Tuesday, 2 November 2021

La revedere!

 

ESC for All-5 isimli projemin seyahat anıları ile tekrardan merhaba! Bir ülke düşünün ki şehirin hemen arkasında yeşilliklerine sahip çıkar iken aynı zamanda şehir merkezinde kendinizi Orta Çağ’da peri masalında hissedebileceğiniz; işte tam bu iki betimleme sizi Avrupa’nın yeşili ve kaleleri ile ünlü olan Romanya’ya götürüyor. Seyahatimizde ilk şehir dışı noktamız Bükreş’ten tren ile gittiğimiz Karpatların İncisi olarak isimlendirilen Sinaia idi. Sinaia Kumarhanesi bizleri tren istasyonundan çıkınca karşılayan ilk durağımız oldu, 1910’lu yıllarda inşa edilen bu kumarhane o zamanların en fazla turist çeken kumarhaneleri arasına girmiş ve özel trenler sefer düzenleyerek tesise turistleri ulaştırmaya başlamış; kentin ekonomik ve sosyal kalkınmasını da sağlayan ana çekim noktası burası imiş, günümüzde ise kongrelere ev sahipliği yapmakta imiş. İlerledikçe Sinaia Manastırı bizleri misafir etti, haç şeklinde yapılmış pencereleri incelerken yağmuru unutmamıza rağmen ıslanmamak için içeri davet edildik.

Manastır’da biraz soluklandıktan sonra Peleş Kalesi’ne çıkacağımız orman yolunda yokuş yukarı tırmanmaya devam ettik, mentorümüz bizlere şehirin koruma altına alındığından, ağaçların kesilmesi ve dağlardaki herhangi bir bitkinin toplanmasının yasak olduğundan bahsetti. Yokuşun sonunda bizlere inanılmaz ihtişamı ile Peleş Kalesi karşıladı; öğrenci indirimli biletlerimizi alarak pandemi koşulları sebebi ile beş kişilik gruplar olarak içeri girişimizi sağladık. Geçmişte, kraliyet ikametgâh yeri olan kale, 19. yüzyılda, Romanya'nın ilk kralı I. Carol'ın Alman ve İtalyan mimarisine hayranlığı ile harmanlanarak inşa edilmiş. Kaleyi betimlememe kelimeler yetmez lâkin kalenin büyüklüğünü sizlere şu cümle ile anlatmak isterim “7 teraslı, 160 odalı, 30 banyolu”, içeriğinin zenginliğini ise “4.000 parça kalkan/zırh 2.000'e yakın da tablo”. Kalenin Netflix’te bayılarak izlediğim “Noel Prensi” filmine ev sahipliği yaptığını da öğrenince film sahnesinde prens ile dart oynadıkları yeri heyecan ile aradım ve kendimi terasta buldum; gitmeden önce filmin içinde yaşamak isterseniz mutlaka izlemenizi tavsiye ederim. Hediyelik eşyalarımızı kale çıkışındaki yokuştan alıyoruz ve şehre veda ediyoruz.

İkinci şehir noktamız ise Sinaia’den yaklaşık 1 saatlik bir tren yolculuğu ile Braşov oluyor. Braşov’un da dâhil olduğu Transilvanya, geçmişte Macaristan’a aitmiş. Osmanlı’dan korkan Macar kral, Transilvanya’yı koruması için Alman kökenli şövalye topluluğunu buraya davet etmiş. Davetleri ile de Braşov’u 13. yy’da Alman kökenli şövalye topluluğu kurmuş. Braşov’un zengin ticaret yolları üzerinde ve vergiden muaf olması sebebiyle burada inanılmaz bir zenginlik mevcutmuş, bu zenginliğine ise günümüzde dahi ayırt edici bir şekilde mimarisi ile şahit olduk, kendimi Hansel & Gratel masalında hissettim; iki ay içinde vazgeçilmez âşık olduğum şehir haline geldi. Bu masal şehri, çok büyük bir yangın ile yanmış, ormandan yukarı çıktığımızda kuş bakışı olarak Beyaz Kale’den şehir haritasına bakarak yangının resmini çok daha net görebilme imkânı bulabildim; maalesef neredeyse sadece Siyah Kilise ayakta kalabilmiş, ismini de bu yangının izleri olan kül kalıntılarından gelen siyahlık ile almış. Kilisenin girişi öğrenciler için 8 LEI idi, içeride bir oda müze olarak kullanıyor ve hâlâ ayinler devam ediyor. Kilisede başınızı yukarı kaldırdığınız an yüzlerce Osmanlı halısı sizleri merdiven kolçaklarına asılmış bir şekilde karşılıyor. Kilisenin içinde beni en çok etkileyen ise maalesef yakın geçmişteki (1989) komünizm karşıtı devrimin izleri olan duvarlardaki mermi izleri idi…

Braşov dönüşü üçüncü şehir dışı seyahatimiz olan Cluj-Napoca’ya gidiyoruz, şehirde en can alıcı nokta ise yerin 200 metre altına kadar inen, duvarları tuz kaplı, dar tünellerden oluşan, gittikçe düşen sıcaklık ve yoğunlaşan kesif tuz kokusu ile Orta Çağ’dan günümüze 1932 yılına kadar aktif olan Turda Tuz Madeni oluyor. Üç şehir dışı seyahatimizden sonra soluklanmak için duraklarımız Bükreş’in içinde yakın olan noktaları oluyor. Dimitrie Gusti Ulusal Köy Müzesi’ne iki toplu ulaşım aracı ile 1 saate ulaşıyoruz. Açık hava müzesi bizlere, 1960’lardan kalma Romanya köy kültürünü öğrenebilmemiz için 272 çiftlik evini, kiliselerini ve değirmenlerini sunuyor Çıkışa doğru gölün üstünde bulunan balıkçı evinde huşuya eriyoruz, neredeyse her evin içinde bir görevli var ve bizlerin Türk olduğunu öğrendiklerinde Atatürk’ten bahsediyorlar hatta bildikleri birkaç Türkçe kelimeyi gurur ile söylüyorlar.  

Buradan çıktıktan sonra Zafer Takı’na gidiyor ve kendimizi Paris’te hissediyoruz. Şehir içinde ise hazine avı oyunumuz ile her noktayı avucumuzun içi gibi öğreniyoruz. Odeon Tiyatrosu önünde Atamızın büstünü ziyaret ediyor çiçeğimizi saygımız ile birlikte bırakıyoruz. Gece olunca ise Erasmus öğrencilerinin -İtalyanlar ve Fransızların çoğunlukta olduğu- toplandığı Çeşmeci Parkı’nda toplanıyor müzikler ile eğleniyor, mükemmel insanlar ile tanışıyoruz. Dinlenmemiz bitiyor ve hafta sonları her şehir dışı seyahatimizde olduğu gibi Bükreş’te bulunan Gara De Nord’a gidiyor ve aynı gün içinde tren biletimizi alıyoruz. Dördüncü şehir dışı seyahatimiz ise havaların ısınması ile Türk azınlıklarının hâlâ var olduğu liman kenti Köstence oluyor. Uçsuz bucaksız Karadeniz plajlarının tadını çıkarıyoruz, şehir gezintimizde ise Kral Camii’ne rastlıyoruz…Giriş ücreti ödeyecek iken, görevliler Türkçe konuştuğumuza kulak misafiri oluyorlar ve ücretsiz içeri alıyorlar, minareye yüzlerce basamak ile çıkılıyor lâkin panoramik manzara bütün yorgunluğumuzu alıyor. Camii çıkışında Türkçe olarak hoş geldin sesleri gelen tarafa bakıyoruz ve muhabbetimizin sonunda öğrendiğimiz üzere Romanya'daki Müslümanların resmi dini kuruluşu olan Romanya Müslümanları Müftüsü Sayın Murat Yusuf ile tanışma şerefine nail olduğumuzu anlıyoruz. 
Romanya’daki son günlerimizde ilk kez müftümüz aracılığı ile bir Türk restorantına gidiyor ve lahmacuna olan özlemimizi gideriyoruz. Ayrılma günü geliyor ve çatıyor… Romanyalı öğrencilerimiz ile irtibatta kalmak için sosyal medya hesaplarımızı alıyoruz; Türk gönüllüler ise o sırada yolculuğumuzun kazasız belasız geçmesi ve Romanya’ya bir daha tez zamanda dönmemiz için veda sularımızı hazırlıyorlar. Arabamızın arkasından su atılıyor ve ayrılık vakti tam anlamı ile başlıyor. Mentorumuz ile birlikte gittiğimiz havaalanından mükemmel anılar ve ayrılığın verdiği hüzün ile karmaşık duygular içerisinde ayrılıyoruz. Kim bilir belki başka bir zamanda su bizi tekrar bir araya getirir Romanya, o zamana kadar “la revedere!"




 



No comments:

Post a Comment