ESC for All-5 isimli projemin seyahat anıları
ile tekrardan merhaba! Bir ülke düşünün ki şehirin hemen arkasında
yeşilliklerine sahip çıkar iken aynı zamanda şehir merkezinde kendinizi Orta
Çağ’da peri masalında hissedebileceğiniz; işte tam bu iki betimleme sizi
Avrupa’nın yeşili ve kaleleri ile ünlü olan Romanya’ya götürüyor. Seyahatimizde
ilk şehir dışı noktamız Bükreş’ten tren ile gittiğimiz Karpatların İncisi
olarak isimlendirilen Sinaia idi. Sinaia Kumarhanesi bizleri tren istasyonundan
çıkınca karşılayan ilk durağımız oldu, 1910’lu yıllarda inşa edilen bu
kumarhane o zamanların en fazla turist çeken kumarhaneleri arasına girmiş ve
özel trenler sefer düzenleyerek tesise turistleri ulaştırmaya başlamış; kentin
ekonomik ve sosyal kalkınmasını da sağlayan ana çekim noktası burası imiş,
günümüzde ise kongrelere ev sahipliği yapmakta imiş. İlerledikçe Sinaia
Manastırı bizleri misafir etti, haç şeklinde yapılmış pencereleri incelerken
yağmuru unutmamıza rağmen ıslanmamak için içeri davet edildik.
Manastır’da biraz soluklandıktan sonra Peleş
Kalesi’ne çıkacağımız orman yolunda yokuş yukarı tırmanmaya devam ettik, mentorümüz
bizlere şehirin koruma altına alındığından, ağaçların kesilmesi ve dağlardaki
herhangi bir bitkinin toplanmasının yasak olduğundan bahsetti. Yokuşun sonunda
bizlere inanılmaz ihtişamı ile Peleş Kalesi karşıladı; öğrenci indirimli
biletlerimizi alarak pandemi koşulları sebebi ile beş kişilik gruplar olarak
içeri girişimizi sağladık. Geçmişte, kraliyet ikametgâh yeri olan kale, 19.
yüzyılda, Romanya'nın ilk kralı I. Carol'ın Alman ve İtalyan mimarisine hayranlığı
ile harmanlanarak inşa edilmiş. Kaleyi betimlememe kelimeler yetmez lâkin kalenin
büyüklüğünü sizlere şu cümle ile anlatmak isterim “7 teraslı, 160 odalı, 30
banyolu”, içeriğinin zenginliğini ise “4.000 parça kalkan/zırh 2.000'e yakın da
tablo”. Kalenin Netflix’te bayılarak izlediğim “Noel Prensi” filmine ev
sahipliği yaptığını da öğrenince film sahnesinde prens ile dart oynadıkları
yeri heyecan ile aradım ve kendimi terasta buldum; gitmeden önce filmin içinde
yaşamak isterseniz mutlaka izlemenizi tavsiye ederim. Hediyelik eşyalarımızı
kale çıkışındaki yokuştan alıyoruz ve şehre veda ediyoruz.
İkinci şehir noktamız ise Sinaia’den yaklaşık 1
saatlik bir tren yolculuğu ile Braşov oluyor. Braşov’un da dâhil olduğu Transilvanya,
geçmişte Macaristan’a aitmiş. Osmanlı’dan korkan Macar kral, Transilvanya’yı
koruması için Alman kökenli şövalye topluluğunu buraya davet etmiş. Davetleri
ile de Braşov’u 13. yy’da Alman kökenli şövalye topluluğu kurmuş. Braşov’un
zengin ticaret yolları üzerinde ve vergiden muaf olması sebebiyle burada
inanılmaz bir zenginlik mevcutmuş, bu zenginliğine ise günümüzde dahi ayırt
edici bir şekilde mimarisi ile şahit olduk, kendimi Hansel & Gratel
masalında hissettim; iki ay içinde vazgeçilmez âşık olduğum şehir haline geldi.
Bu masal şehri, çok büyük bir yangın ile yanmış, ormandan yukarı çıktığımızda
kuş bakışı olarak Beyaz Kale’den şehir haritasına bakarak yangının resmini çok
daha net görebilme imkânı bulabildim; maalesef neredeyse sadece Siyah Kilise
ayakta kalabilmiş, ismini de bu yangının izleri olan kül kalıntılarından gelen
siyahlık ile almış. Kilisenin girişi öğrenciler için 8 LEI idi,
içeride bir oda müze olarak kullanıyor ve hâlâ ayinler devam ediyor. Kilisede başınızı yukarı kaldırdığınız an yüzlerce Osmanlı halısı sizleri merdiven kolçaklarına asılmış bir şekilde karşılıyor. Kilisenin içinde beni en çok etkileyen ise maalesef yakın geçmişteki (1989) komünizm karşıtı devrimin izleri olan duvarlardaki mermi izleri idi…
Braşov dönüşü üçüncü şehir dışı seyahatimiz olan Cluj-Napoca’ya
gidiyoruz, şehirde en can alıcı nokta ise yerin 200 metre altına kadar inen,
duvarları tuz kaplı, dar tünellerden oluşan, gittikçe düşen sıcaklık ve
yoğunlaşan kesif tuz kokusu ile Orta Çağ’dan günümüze 1932 yılına kadar aktif
olan Turda Tuz Madeni oluyor. Üç şehir dışı seyahatimizden sonra soluklanmak
için duraklarımız Bükreş’in içinde yakın olan noktaları oluyor. Dimitrie Gusti
Ulusal Köy Müzesi’ne iki toplu ulaşım aracı ile 1 saate ulaşıyoruz. Açık hava
müzesi bizlere, 1960’lardan kalma Romanya köy kültürünü öğrenebilmemiz için 272
çiftlik evini, kiliselerini ve değirmenlerini sunuyor Çıkışa doğru gölün
üstünde bulunan balıkçı evinde huşuya eriyoruz, neredeyse her evin içinde bir
görevli var ve bizlerin Türk olduğunu öğrendiklerinde Atatürk’ten bahsediyorlar
hatta bildikleri birkaç Türkçe kelimeyi gurur ile söylüyorlar.
Buradan çıktıktan sonra Zafer Takı’na gidiyor ve
kendimizi Paris’te hissediyoruz. Şehir içinde ise hazine avı oyunumuz ile her
noktayı avucumuzun içi gibi öğreniyoruz. Odeon Tiyatrosu önünde Atamızın
büstünü ziyaret ediyor çiçeğimizi saygımız ile birlikte bırakıyoruz. Gece
olunca ise Erasmus öğrencilerinin -İtalyanlar ve Fransızların çoğunlukta
olduğu- toplandığı Çeşmeci Parkı’nda toplanıyor müzikler ile eğleniyor,
mükemmel insanlar ile tanışıyoruz. Dinlenmemiz bitiyor ve hafta sonları her
şehir dışı seyahatimizde olduğu gibi Bükreş’te bulunan Gara De Nord’a gidiyor
ve aynı gün içinde tren biletimizi alıyoruz. Dördüncü şehir dışı seyahatimiz
ise havaların ısınması ile Türk azınlıklarının hâlâ var olduğu liman kenti
Köstence oluyor. Uçsuz bucaksız Karadeniz plajlarının tadını çıkarıyoruz, şehir
gezintimizde ise Kral Camii’ne rastlıyoruz…Giriş ücreti ödeyecek iken, görevliler Türkçe
konuştuğumuza kulak misafiri oluyorlar ve ücretsiz içeri alıyorlar, minareye
yüzlerce basamak ile çıkılıyor lâkin panoramik manzara bütün yorgunluğumuzu
alıyor. Camii çıkışında Türkçe
olarak hoş geldin sesleri gelen tarafa bakıyoruz ve muhabbetimizin sonunda
öğrendiğimiz üzere Romanya'daki Müslümanların resmi dini kuruluşu olan Romanya
Müslümanları Müftüsü Sayın Murat Yusuf ile tanışma şerefine nail olduğumuzu
anlıyoruz.
Romanya’daki son günlerimizde ilk kez müftümüz
aracılığı ile bir Türk restorantına gidiyor ve lahmacuna olan özlemimizi
gideriyoruz. Ayrılma günü geliyor ve çatıyor… Romanyalı öğrencilerimiz ile
irtibatta kalmak için sosyal medya hesaplarımızı alıyoruz; Türk gönüllüler ise
o sırada yolculuğumuzun kazasız belasız geçmesi ve Romanya’ya bir daha tez
zamanda dönmemiz için veda sularımızı hazırlıyorlar. Arabamızın arkasından su
atılıyor ve ayrılık vakti tam anlamı ile başlıyor. Mentorumuz ile birlikte
gittiğimiz havaalanından mükemmel anılar ve ayrılığın verdiği hüzün ile karmaşık
duygular içerisinde ayrılıyoruz. Kim bilir belki başka bir zamanda su bizi
tekrar bir araya getirir Romanya, o zamana kadar “la revedere!"
No comments:
Post a Comment