
İstanbul’dan çıkıp Bükreş’e ilk adımlarımız küçük bir havalimanında atılmıştı. Romanya’nın kargaşadan uzak tavrında, bizi valizlerimiz için çok bekletse de, sonunda şehre bir saat uzaklıkta, kır ile kent arasında ağaçlara doymuş bir yere geldik: Braneşti. Burası bir ay içerisinde kurulacak dostluklara, yapılacak işlere, gezilecek yerlere eskiz yapılan yer olacaktı. Açıkça söylemek gerekirse ilk izlenimlerimde geçecek iki ayın zaman kaybından başka bir şey olmadığını düşünmeye itti. Ne var ki Bükreş’in tarihi sokakları, doğası ve yapısı içten içe bunu kırmış ki şu anki satırlarım yüzüme tebessüm bırakan bir halde. Bükreş’in birbirinden güzel bahçelerinde güzel gün batımları, eski cephelere çalınmış yapıları, yer yer komünist monoton düzenleri, yer yer Barok köşelere sahip apartmanlar, Latin tarihinin doğuda yaşam süren kültürü : Rumen Halkı, acılarına bürünmüş anıtları ve geçmişe bürünmüş heykelleri... Hangi biri çaldı kalbimi bilmiyorum. Belki de Braneşti’nin küçük suratlarına öğretmen edasıyla ders vermektir.