Showing posts with label Buse Över. Show all posts
Showing posts with label Buse Över. Show all posts

Saturday, 2 December 2017

Sana 1 Ay Bana 1 Ay Yetmez Gülüm 11 Ay

Eveet 1 ay oldu diyebilir miyiz hocam? Bence diyebiliriz. Alışma süreci tamamlanıyor, hissediyorum:) Bu satırları size shiftimin değiştiğini unuttuğum için işe erken geldiğim bir cumartesi gününden yazıyorum. Eve sabah 6'da geldiğimi düşünürsek iki saat fazladan uyuyamamış olmanın pişmanlığıyla kendimi yakındaki alışveriş merkezindeki Starbucks'a attım. Şu an iki şey farkettim: Bir, haftasonu-avm-çoucuklu aile üçlüsü dünyanın hiçbir yerinde değişmiyor. Starbucks'ın içi kreş gibi. İki, Amstelveen'de tahmin ettiğimden daha fazla Türk varmış. Gelelim bana: Son 10 günde çalıştım, Hollandaca kursuna yazıldım, 1 adet sergi gezdim, biraz daha çalıştım ve buradaki arkadaşlarıma diğer Türk arkadaşlarımla birlikte bir "Turkish dinner" hazırladım. Ha bir de acı tecrübelerle bisiklet tamir etmeyi öğrendim, daha doğrusu ev arkadaşlarım sağolsun sadece izledim.

Genelde geceleri çalıştığım için zaman kavramım biraz alt üst olmuş durumda. Yine de bu durumdan şikayetçi değilim, çünkü sürekli farklı işler yapıyorum ve yaparken genelde eğleniyorum. Örneğin geçen hafta ilk barmaidlik görevimi başarıyla tamamladım. Buradaki bardakların hepsi plastik olduğundan ve birayı taşırmak bir sorun teşkil etmediğinden çok da zor olmadı :) 


Hollandaca Kursu Diğer EVS gönüllüleri yani ev arkadaşlarımla birlikte geçen pazartesi çalıştığımız yerin hemen yanındaki kültür merkezi benzeri bir yerde Hollandaca kursuna başladık. İlk ders biraz tanışma, biraz kaynaşma derken eğlenceliydi. Öğretmenimiz yaşlı ama aşırı enerjik, biraz çılgın eğlenceli bir Hollandalı. Sınıfta bizim dışımızda Hindistan, İngiltere, Filipinler ve Brezilya'dan gelenler var. Bizim de 2 Türk, 1 Gürcü, 1 İspanyol olduğumuzu düşünürsek, öğretmenle birlikte 8 milletten insan bir sınıfın içinde cebelleşiyoruz:) Hani herkesin Türk olduğu bir sınıfta İngilizce konuşmak anlamsız ve zor gelir ya, işte burada İngilizce'nin rolü değişiyor ve konuşulmak istenen dil haline geliyor. Kurs 1,5 ay boyunca haftada 1,5 saat olacak. Sular seller gibi konuşmak için yeterli değil tabii ki ama en azından buradaki günlük hayatımıza yardımcı olacağına inanıyorum.

Sıradan başlayalım o zaman neler yaptım:

Mocco Museum: Banksy & Salvador Dali Geçen pazar hava 20 dereceyi biraz geçtiği, yağmursuz
olduğu ve bu mevsimde bu duruma az rastlandığı için evde oturmak istemedim. Aslında niyetim hala görmediğim Vondelpark'a gidip çimlere uzanıp kitap okumak ve bir şeyler atıştırmaktı. Önce metroya sonra da 5 numaralı tramvaya binip parka en yakın olan Museumplein durağında indim. Meşhur "Iamsterdam" yazısını da ilk görüşüm tramvaydan indikten hemen sonra oldu:) Haritadan Vondelpark'ın olduğu yönü bulmaya çalışırken Rijkmuseum'un yanında küçücük kalan Mocco Museum'a gözüm takıldı. İçeride Banksy ve Salvador Dali eserleri sergileniyordu. Dedim Buse gir biraz kültürlen koçum ne kaybedersin, nasıl olsa yemeğini evden getirdin. 

Serginin Banksy kısmı görülmeye değer miydi bilemiyorum, sadece aşağıdaki büyük canvas etkileyiciydi. Onun dışında Banksy Lady Diana'nın resmiyle bastırılıp gerçekten kullanılmış olan banknotun hikayesini öğrenmek hoştu. Çünkü ne diyoruz: "Be Diana in a world full of Kardashians". Salvador Dali kısmına geldiğimizde ise, bir odada sürekli dönen ve Dali'nin hayatını anlatan slayt gösterisi gerçekten bilgilendiriciydi. Bilen bilir ben öyle aşırı entelektüel, sanattan çok iyi anlayan, aşırı donanımlı biri değilim ama bir yandan da sanatın tek bir doğrusu olan bir bulmacadaki doğru sonuca ulaşmak olmadığını düşündüğüm için bu tür etkinliklere katılmak için öyle olmam gerektiğine de inanmıyorum. Dali tablolarındaki küçük ayrıntılar bence sergideki en etkileyici şeydi. Müzenin her yerine serpiştirilmiş Dali ve Banksy sözleri de güzeldi ama Banksy'nin felsefesi ve bakış açısıyla eserlerinin bu şekilde bir müzede sergilenip, aşağıdaki mağazada ticari ürünlerinin satılması, ben dahil herkesin fotoğraf çekip paylaşmak için beklemesi biraz çelişiyor. Mesela az ötedeki Van Gogh Müzesi'nin kendisine maddi imkansızlıklar nedeniyle giremesem de, mağazasına girdim; görseniz Van Gogh eserlerinden neler yapmışlar yani mutfak önlüğü mü dersin, fırın eldiveni mi dersin, masa örtüsü mü dersin. Ne gerek var? Yani bu mağazalar tabii ki olsun ve bir şeyler satsın ama en azından sergilenen şeyle biraz ilgisi olsun, anlamlı olsun, Van Gogh mezarında ters dönmesin mesela.


Neyse bu kısa kültür turundan sonda geç de olsa Vondelpark'a gidip kitabımı okudum, sandviçi mi yedim, geç saate kaldığım için bir güzel kıçımı üşütüp evime döndüm. Vondelpark gerçekten çok büyük bir alana kurulu, yemyeşil, su desen su, kuş desen kuş yazın bıraksanız her gün gidebileceğim bir Seğmenler çarpı 15 diyebiliriz. Ha bir de Seğmenler'den küçük iki farkı; aşırı temiz ve tasmasız da olsa kimsenin köpeği birbiriyle kavga etmiyor. Adamların köpekleri bile sakin, saygılı, tebrik ediyorum.

Turkish Dinner Geldiğimiz haftadan başlayarak bir gelenek oluşturduk: International Monday Dinners at Evs House. Her hafta başka bir milletin yemeği pişiyor evde. İlk hafta Hollanda'yla başladık, ikinci hafta İspanyol ve üçüncü hafta da Türk yemeği yedik.  En şanslı bizdik, çünkü zaten evde 2 Türküz ve üçüncü olarak bir Türk arkadaşımız daha bize katıldı. Böylece Ceren'in muhteşem sarması ve barbunyasıyla gerçek bir Türk sofrası oldu diyebiliriz. Ben de köfte, bulgur pilavı ve sigara böreği yaptım. Bence lezzetliydi, valla yiyenler de öyle söyledi bilemeyeceğim :) Yarın da Gürcü ev arkadaşımızla Özbek asıllı başka bir çalışma arkadaşımız Sovyet yemekleri yapacaklar.

Bisiklet Tamiri Zaten hayatta neyden korktuysam başıma geldi. Tam bisiklete alıştım, artık sorunsuz gidip geliyorum diyordum ki, Cuma gecesi işten dönerken tam evin sokağına girdiğim anda lastiğim patladı. Nasıl olduğu hakkında en ufak fikrim yok. Ertesi gün ev arkadaşlarımın yardımıyla iç lastikte iki delik tespit edip tamir ettiğimizi sansak da, (aslında ben sadece izledim çünkü bisikletin lastiğinin içinde bir lastik daha olduğunu bile yeni öğrendim, o kadar uzağım olaya) akşam işe giderken lastiğin yeniden indiğini gördüm. İki gündür işe ev arkadaşımın bisikletiyle geliyorum, az önce yeni bir iç lastik aldım umarım bu iş bir an önce çözülür. Çünkü böyle zamanlar anxiety is coming back and I don't like it canım.

Wednesday, 29 November 2017

İzninizle Biraz Lokalleşiyorum: Amstelveen

Oturma iznimi aldım, işe başladım, eve yerleştim, bir haftayım on günüm son günüm hatta derken buradaki 11. günümü de tamamlamış bulunuyorum. Hala uzun bir tatilde gibiyim aslında. Bu yazıda size önce biraz çalıştığım ve yaşadığım yeri anlattıktan sonra Cumartesi günü gittiğim caz festivalinden bahsedeceğim. Yaşadığım şehrin adı Amstelveen, geldiğimizden beri herkesin düzeltmesiyle öğrendiğimiz üzere "Amstılfeyn" diye okunuyor, "Amstelviin" değil. Burası Amsterdam'a çok yakın ama dışında, aslında Amsterdam'ın kalabalık olmayan yaşam alanı. Zengin ve nezih bir muhit olarak biliniyor (aynı benim gibi). Hollanda halihazırda pahalı bir ülke olarak biliniyor, Amstelveen de pahalı bir bölge ama bana sorarsanız tamamen satın alma tercihleriyle ilgili. Buradan Metroyla 20 dakika içinde Amsterdam merkez istasyonuna ulaşabiliyorsunuz.
 Yani benim Ankara'da, Bağlıca'dan Kızılay'a gitmemin minimum 2 saat sürdüğünü düşünürsek, Amsterdam'a oldukça yakın. Çalıştığım yer ise Amstelveen'in merkezinde, p60 adında bir bar-konser salonu. Kaldığım evden bisikletle benim için 15, diğer insanlar için 5 dakika uzaklıkta. Çünkü her ne kadar artık bisikletle bir yere gitmem gerektiğinde anksiyete krizleri geçirmesem de, hala yavaşım. p60 çoğunlukla gönüllüler tarafından yürütülen bir yer, kontratlı çalışanı çok az. İnsanlar burayı o kadar seviyorlar ki, kendi işlerinin yanında gelip burada gönüllü olarak barda, sahne arkasında, vestiyerde, kafede çalışıyorlar. E herkes şeker gibi, çalışma ortamı çok rahat bir de üstüne dükkanı kapattıktan sonra hep beraber yiyip içip eğlenmek bedava niye sevmesinler ki? Biz Avrupa Gönüllü Hizmeti ile gelenler olarak biraz daha ayrıcalıklıyız sanırım. Hem evimiz var hem para alıyoruz. Benim yaptığım işler ise günden güne değişiklik gösteriyor. Konser olduğu zaman sahne arkasından sorumluyum, onun dışında iki kez vestiyerde çalıştım, haftada bir gün de ofis günüm var. 


Gönüllülük üzerine yürüyen bir sistemleri olduğu ve 10 yılı aşkın süredir EVS gönüllülerini misafir ettikleri için herkes bu konuda çok tecrübeli ve yardımcı. Bu güne kadar 2 metal müzik konseri ve bir dans gecesi oldu, ama tüm müzik türlerinde konserler gerçekleşiyor. Sadece bir haftadır çalıştığım ve yeni şeylere alışmam biraz zaman aldığı için söyleyeceklerim bu kadar:) Gelelim Cumartesi günü gittiğim caz festivaline...Festivalin adı "Jazz In Het Dorp", yine Amstelveen'de, evden bisikletle 10 dakika uzaklıkta yer alıyordu. Benim zamanım kısıtlı olduğundan sadece 2 performans izleyebildim, size genel olarak atmosferden ve izlediğim performanslardan bahsetmek istiyorum. İlk olarak festival alanı küçük bir cadde, buraya çıkan sokaklar ve caddenin iki başındaki küçük meydancıklardan oluşuyordu.



Meydanlarda büyük sahneler, sokak aralarındaysa küçük sahneler kurulmuştu. Bunun yanı sıra cadde ve sokaklar boyunca şarap ve yemek stantları, kafe, bar ve restoranlar vardı. Festivale katılan kitle genelde orta yaş ve üstü insanlardan oluşuyordu. Ailelerin bir çoğu çocuklarıyla gelmişti. Bazen durup sadece çocukları izledim; o kadar mutlu, özgüvenli ve özgürler ki...Anne babaları konseri izlerken onlar sahnenin önünde dans ediyor, hatta bazen sahneye çıkıyorlar ve kimse bundan rahatsız olmuyor. Lokal bir etkinlik olduğu için muhtemelen kalabalığın çoğunluğunu o civarda oturan insanlar oluşturuyordu. Benim izlediğim performanslar Sherry Dyanne ve Naftule grubu oldu. Sherry Dyanne mükemmel bir sese sahip Hollandalı caz sanatçısı. Kocaman karnı ve muhteşem mavi elbisesiyle söylediği şarkıları dinlerken birçok duyguyu bir arada yaşıyorsunuz. Benim kendisinden bu festivale kadar haberim yoktu fakat bundan sonra sıkı takipçisiyim. Sanırım yayınlanmış tek albümü bulunuyor adı da: Sing Me a Song. Spotify'da bulabilirsiniz.İkincisi ise tam benim kalemim olan Naftule. Grup 5 kişiden oluşan çok uluslu bir grup. Klarnetçisi İspanyol, saksafoncusu İtalyan. Caz, klezmer, latin ve kabare tarzı müzik yapıyorlar. 
Emilio Parrilla klarneti çalmaya başlayınca içimden;
eyyy Hüsnü Şenlendirici gel de klarnet nasıl çalınırmış gör dedim yani. Gittiğim iki festivalde de Balkan ezgileri mutlaka vardı, zaten klarnet sesini duyunca bana bir şeyler oluyor, bir mutlu oluyorum nedense. İki sahneye yaptığım kısa ziyaretlerden sonra yağmur başlayınca ve zaten gitmem gereken başka bir yer olduğu için festival alanından ayrıldım. Ulaşımı bisikletle sağladığımı ve festivale girişin ücretsiz olduğunu düşünürsek cebimden hiç para çıkmadan çok güzel bir akşamüstü geçirdim. Yağmurdan fırsat buldukça EVS boyunca bu tür lokal etkinliklere katılmaya devam etmek istiyorum. Çünkü hem insanları en iyi gözlemleyebildiğiniz hem de en rahat şekilde eğlenebileceğiniz etkinlikler genelde bunlar oluyor ya da ben yaşlandım bilemiyorum.

Tuesday, 28 November 2017

Hollanda ilk 3 Gün

Evet, sonunda beklenen oldu ve Hollanda'ya geldim. EVS maceram 2 Eylül 2017 günü gecikmeli olarak başladı. Neden mi gecikmeli olarak, çünkü; iyi kızlar cennete kötü kızlar her yere benim gibiler de olaysız hiçbir yere gidemezler. Sonunda karlı çıktığım bu gecikme olayını kısaca anlatıp Hollanda ayağına geçiyorum: 1 Eylül Cuma gününe biletim alınmıştı, önce Ankara'dan İstanbul'a oradan da Amsterdam'a uçacaktım (evet uçacaktım, Cem Yılmaz beni affet). Ankara'dan ailemle ağlaşıp vedalaşıp İstanbul'da benimle gelecek diğer gönüllü arkadaşımla buluştum (Mert). O bavullarını verirken "Uçakta bir overbooked (!) durumu var, kabul ederseniz size 400 euro  tazminat verip otel konaklamanızı karşılayarak yarınki uçağa bindirelim." Demişler, o da benim haberim yok, daha İstanbul'a bile inmedim diye kabul etmemiş. Bana sordu, dedim biz gidelim vakitlice, kalsın. Tam uçağa bineceğimiz sırada yanımıza bir görevli yaklaştı, "Bakın emin misiniz, 4 gönüllüye ihtiyacım var, en güzel otelde kalacaksınız, söz veriyorum." gibi bir takım vaatlerle bizi ikna etti. Sonra gelip "gerek kalmadı uçağa binebilirsiniz" dedi, sonra tekrar gelip "ay yanlışlık oldu sistem çökmüş binemezsiniz" dedi, derkeen biz kendimizi ancak gece yarısı otelde bulduk. Biletimiz sabah 7'deydi ve havaalanı görevlisi bizi 4'te otelden alacaktı. Yani 5 yıldızlı otelde konaklayamadık, sadece konduk.

1.Gün
Sonuç olarak geç ve güç olsa da Pazar sabah 10 buçuk sularında Amsterdam'a inmiştik. Diğer bir gönüllü ve ev arkadaşımız olan Gio bizi havaalanında karşıladı ve evimize geldik. Kısa bir kahvaltının ardından Amsterdam'ın merkezine doğru yola çıktık. Merkez istasyondan ücretsiz kalkan feribotlarla karşı tarafa, yani "Kuzen Amsterdam (Noord Amsterdam)"a geçtik. Burası eskiden tamamen sanayi odaklı bir yerken, bu gün bir turist cenneti haline gelen merkez Amsterdam'a tepki olarak doğmuş diyebiliriz. Çeşitli kültür, sanat ve spor etkinliklerinin yürütüldüğü bu bölgede en 
güzel kafe ve barlar yer almaktaymış efendim. Biz o gün için çok ayrıntılı gezemedik ama gittiğimiz Magma Music Festival'e ev sahipliği yapan Noorderlicht Cafe söylenenleri doğrular nitelikteydi. Burada 2 grubu dinledikten sonra (Balcony Players/Gipsy Balkan Beat ve The Bucket Boys/Bluegrass Punk) 3 saatlik uykuyla gezmeye daha fazla dayanamadık ve eve geri döndük. Nitekim daha akşam çalışacağımız yere uğrayacak ve insanlarla tanışıp bir şeyler içecektik.
Eve gelip bir şeyler yedikten sonra çıkmaya karar verdik. Amsterdam'a giderken metro kullanmıştım ama bu sefer bisiklet sürmeye mecburdum. Çok ayrıntıya girmek istemiyorum, kendimi geliştiriyorum diyelim. Ama gecenin sonunda eve yine metroyla döndüm. Bir EVS gönüllüsü olarak her gün toplu taşımaya para harcama lüksüm yok, bu yüzden bu bisiklet meselesini kış iyice bastırmadan kapmam lazım. Uykusuzluk ve üzerine gelen yoğun program yüzünden ilk günümüz bana adeta 3 gün gibi geldi ama günün sonunda bu yorgunluk sayesinde fazla düşünmeye ve ilk günün garipliğini yaşamaya vakit kalmadan sızdım, bu da iyi yönü.

2.Gün

Buradaki herkes Amsterdam'ın merkezini turist işgaline uğramış yüzeysel bir yer olarak görse de ben de kendimi ilk bir hafta turist ilan ettim ve klişe Amsterdam fotoğraflarının çekildiği her yeri görmeye namusum ve şerefim üzerine and içtim. Bu yüzden de 2. gün akşam üstü Mert'le birlikte yine atladık metroya ve Amsterdam'a gittik. Dam Meydanı'nı da gördük, Red Light District'e de gittik (pazar geç saat olduğu için kapalıydı ama olsun yerini öğrendim.), kanal manzaralarını da gördük, külahta patates bile yedik. Müzelerin hiçbirine girmedik çünkü bir müzenin bilet parasıyla ben 2 hafta karnımı doyururum. Onun yerine kendime Primark'tan cillop gibi bir kışlık mont aldım. Yani EVS macerasının 2. günü Amsterdam sokaklarında avare avare dolaşmakla geçti, güzeldi. Primark'tan çok uygun fiyatlara neredeyse bütün eksiklerimi aldım, seni seviyorum Primark gel bir aile olalım, Türkiye'ye açılalım.

3.Gün
Bir günü turist olarak geçirdikten sonra sıra evimizin yakınındaki yerleri keşfetmeye geldi. Hem de ben Salı günü işe bisikletle gitmek zorunda olduğum için biraz pratiğe ihtiyacım vardı. Diğer ev arkadaşımız Adri bize yakınlarda çok büyük ve güzel bir ormanın olduğunu söyledi. Bisikletlere binip tarif ettiği yere doğru yola çıktık. Yolda giderken anladım ki Amstelveen'in diğer yerlere göre daha zengin ve elit bir muhit olduğu gerçekten doğru. Kırmızı ışıkları saymazsak başarılı bir bisiklet yolculuğunun ardından ormana vardık. Ormanın başladığı yerde kendimi şirinler köyünde zannettim. Bir Ankaralı olarak hayatımda daha önce bu kadar yeşili hiç bir arada görmemiştim sanırım. Saatlerce dolaşmamıza rağmen görülmesi gereken yerlerin onda birini filan ancak görebilmişizdir galiba. En güzeli devamlı fotoğraflarını çeken teyzenin bize tanıttığı inek ailesiydi, inek de değil de işte bunlar bufalo mudur artık angus mudur bilemeyeceğim. Aşırı huzurlu ve etkileyici orman gezintimizden sonra gelirken gözümüze kestirdiğimiz barda birer bira içip yemek yedik. Çünkü ilk hafta turistiz ya, ondan. Sonra yok böyle şeyler full tasarruf, full seyahat fonuna katkı.

İşte Hollanda'daki EVS sürecimin ilk üç günü aşağı yukarı bu şekildeydi. Çok güzel bir evimiz, küçük bir bahçemiz ve bir kedimiz var; adı Hanky. Ev arkadaşlarım Mert, Gio ve Adri. Gio Gürcistan'dan, Adri de İspanya'dan gelmiş. Evde ben hariç herkes grafik tasarım, görsel sanatlar, çekim, kurgu işleriyle uğraşıyor. Yarın iş yerinde ilk günüm olacak, bütün yeni başlayan gönüllüler ilk önce bütün bölümlerde çalışıyorlarmış. Daha sonra benim görevim sahne arkası ve horeca denilen yeme-içme kısmında olacak. Sahne arkası için baya heyecanlıyım, dünya starları gelmese de farklı müzikler yapan bir sürü grup sahne alıyor P60'da ve görünüşe göre ben hepsiyle tanışacağım :) Umarım her şey bu 3 günde olduğu gibi güzel devam eder

Saturday, 23 September 2017

Avrupa Gönüllü Hizmeti (AGH): Buse'nin Yolu

Karar Verdiysen, İyi Düşündüysen, Ben Sonradan Hiç Pişman Olmam Diyorsan...

Evet, resmi olarak ilk yazıma başlıyorum. Bu yazıda sizlere AGH'nin ne olduğunu kendimce anlatmaya çalışacağım. Yazıya başlamadan önce bu konuda yazılmış bazı blogları inceledim ama karar aşamasındakiler için biraz eksik kaldıklarını gördüm. Projelerin ve gönderici kuruluşun nasıl bulunacağı, motivasyon mektubunun nasıl yazılması gerektiği, vize süreci vb. hakkında halihazırda birçok bilgi var. Tabii ki bunlardan da bahsedeceğim ama öncelikle uzun dönem AGH yapmaya karar vermeden önce neleri göz önünde bulundurmanız gerektiğinden başlamak gerekir 
diye düşünüyorum.

Dürüst olmak gerekirse, ben bu işe başlarken tek isteğim buralardan gitmekti. Gitmek için alternatifleri araştırdım ve en uygun yolun AGH (EVS) olduğuna karar verdim. Projeleri araştırmaya başladığımda tek kriterim büyük bir şehirde ve olabildiğince uzun dönem olmasıydı. Araştırmalarım sonucunda projelere gönderici kuruluşunu halihazırda bulmuş olarak başvurmanın büyük bir artı olduğunu öğrendiğimden, hiçbir projeye başvurmadan gönderici kuruluş arayışına girdim. Google'da kısa bir arama yaparak Ankara'daki Gençlik Servisleri Merkezi'nin kapısını çaldım ve "benim gönderici kuruluşum olur musunuz?" dedim. Onlar da "hay hay" dediler ve ben o güınden sonra Gençlik Servisleri Hizmeti'nin bilgileriyle birlikte başvurularıma başladım. Eylül 2016'da başvurularımı yapmaya başladım. Önceleri içimdeki gitmek hırsıyla projelerin konularına çok da dikkat etmeden, sadece yukarıda belirttiğim iki kriteri göz önünde bulundurarak deyim yerindeyse önüme gelen uzun dönem projeye başvuruyordum. Bu sırada da daha önce AGH yapmış olanların deneyimlerini, yaşadıklarını, bu programın artılarını ve eksilerini araştırmaya devam ediyordum. Üst üste red cevabı almaya başladıktan sonra "Buse bi'sakin" dedim, "Bu iş böyle olmayacak..."
Birçok yerde motivasyon mektubunun yanında ufak bir video çekip başvuruya eklemenin çok daha yararlı olduğunu okumuştum. Girdim baktım ki, herkes hazır şablonlarla amatör videolar hazırlamış. "Ayol ben ajansta çalışıyorum, benim aslan iş arkadaşlarım bana bunların âlâsını çeker" diyerek Bora ve Ayhan Abi'nin yakasına yapıştım. Onların desteğiyle videomu da hazırladıktan sonra projeleri daha iyi incelemeye, işimle daha alakalı olanları seçmeye ve -burası çok önemli- her biri için ayrı ayrı motivasyon mektubu yazmaya başladım.

İlk önce Litvanya'da bir projeden kabul aldım, fakat oradaki gönüllülerle konuştuktan ve ortamı biraz araştırdıktan sonra orada mutlu olamayacağımı düşünüp teşekkür ederek reddettim. Kişinev'de gazetecilikle ilgili bir proje için çok uğraştım, kabul edilmedim. Derken, bana olumlu dönüş yapan kuruluşlar çoğaldı, Skype görüşmeleri yapmaya başladım ve yavaş yavaş seçilen değil seçen bir konuma geçtiğimi farkettim. İki paragrafa sığdırmaya çalışsam da, yaklaşık 6 aylık bir süreçten bahsediyorum. Çünkü uzun dönem AGH (EVS) yapmak istiyorsanız sabırla yeniden denemeniz gerek. Her yeni başvuru sizi diğerine hazırlıyor. Kuruluşların gönderdiği anketler, sizden bekledikleri, şartları nasıl değişiklik gösteriyor, sizin beklentilerinizle onların beklentileri ne kadar uyuşuyor gibi değişkenleri göz önünde bulundurmayı zamanla öğreniyorsunuz. Bu gün karar verdim, önümüzdeki ay gideyim gibi bir şey söz konusu değil. İyi ki de değil, çünkü başlıkta da açıkladığım gibi hayatınızın 1 senesini geçireceğiniz yere ve işe karar vermek aslında riskli bir karar, hem de yurtdışında.
Bu şekilde, daha bilinçli olarak arayışıma devam ederken karşıma bir ilan çıktı: P60 Amstelveen. Müziği ve eğlenmeyi seven, gece vardiyasında çalışmayı sorun etmeyecek birini arıyorlardı. Hem de Amsterdam'a yarım saat uzaklıkta. Allahım dedim sana geliyorum. En özenli ve hevesli motivasyon mektubumu yazdım, aşırı afilli videomu da başvuruma ekleyip yolladım ama ne dualar, ne adaklar anlatamam... Olmaz ya diyorum, ya olursa... O kadar istedim ki ve hayatta ilk defa bu kadar çok istediğim bir şey oldu. Birkaç hafta sonra ilk elemeyi geçtiğimi, benimle Skype görüşmesi yapmak istediklerini söyleyen bir mail aldım. Evren de gitmemi istiyordu, ilk defa evrenle aynı anda aynı şeyi istemiştik, evreni o an o kadar sevmiştim ki, çocuğum olsa adını evren koyacaktım. Skype görüşmesinden önce yine kendimle konuşmaya başladım: "Kızım, evladım, sakin ol, kendin ol. Kasma çok. Ne sorarlarsa dümdüz cevaplar ver, kıvırmadan. Olacaksa temiz olsun, kem küm etme, dan dan aklına ne gelirse söyle. Onlar bildiklerinden mi oynuyo kalk oyna!" dedim. 
    Ve bingo... 
Yukarıda bahsi geçen gönderici kuruluşum yoğunluğundan dolayı beni Uluslararası Gençlik Aktiviteleri Merkezi Derneği (IYACA) 'ne yönlendirdi. İyi ki de öyle olmuş, kısa bir panikten sonra daha emin ellerde olduğumu farkettim ve daha gitmeden yardımlarını ve desteklerini hissettim. Onlara da buradan çok teşekkür ederim. 


Sonrası kabul, vize, bilet derken işte buradayım. 1 Eylül'de yolcuyum. Hem çok mutluyum, hem çok korkuyorum. Hem çok heyecanlıyım, hem çok tedirginim. Hayatımın hiçbir aşamasında bu kadar uç duyguları bir arada yaşadığımı hatırlamıyorum. Erasmus kolaydı; git ders çalış, gez-toz geri dön. Bu sefer daha farklı. Artık 20 yaşında bir öğrenci değilim, kararıma herkes şüpheyle yaklaşıyor, çok daha uzun bir süre için gidiyorum ve yanımda bir sürü sorumluluk götürüyorum. 
Buraya kadar okuduysanız farkettiğiniz üzere, Google'da iki tıkla bulabileceğiniz genel bilgileri tekrarlamak yerine kişisel deneyimlerimle harmanlayarak kendi gözümden açıklamaya çalıştım AGH (EVS) 'yi. Ama şunu söylemekte fayda görüyorum: Para ya da başka çıkarları tamamen gözden çıkarıp hayata kültürel ve deneysel gözle bakmak için bir fırsat olarak değerlendirmediğiniz sürece AGH (EVS) size göre değil. En azından bence. 

   Yararlı Linkler:
European Youth Portal (Resmi Site)
Find EVS
Adım Adım AGH

(..ve Facebook arama kısmına "EVS" yazdığınızda karşınıza çıkacak bilimum Facebook grupları)