Wednesday 29 November 2017

İzninizle Biraz Lokalleşiyorum: Amstelveen

Oturma iznimi aldım, işe başladım, eve yerleştim, bir haftayım on günüm son günüm hatta derken buradaki 11. günümü de tamamlamış bulunuyorum. Hala uzun bir tatilde gibiyim aslında. Bu yazıda size önce biraz çalıştığım ve yaşadığım yeri anlattıktan sonra Cumartesi günü gittiğim caz festivalinden bahsedeceğim. Yaşadığım şehrin adı Amstelveen, geldiğimizden beri herkesin düzeltmesiyle öğrendiğimiz üzere "Amstılfeyn" diye okunuyor, "Amstelviin" değil. Burası Amsterdam'a çok yakın ama dışında, aslında Amsterdam'ın kalabalık olmayan yaşam alanı. Zengin ve nezih bir muhit olarak biliniyor (aynı benim gibi). Hollanda halihazırda pahalı bir ülke olarak biliniyor, Amstelveen de pahalı bir bölge ama bana sorarsanız tamamen satın alma tercihleriyle ilgili. Buradan Metroyla 20 dakika içinde Amsterdam merkez istasyonuna ulaşabiliyorsunuz.
 Yani benim Ankara'da, Bağlıca'dan Kızılay'a gitmemin minimum 2 saat sürdüğünü düşünürsek, Amsterdam'a oldukça yakın. Çalıştığım yer ise Amstelveen'in merkezinde, p60 adında bir bar-konser salonu. Kaldığım evden bisikletle benim için 15, diğer insanlar için 5 dakika uzaklıkta. Çünkü her ne kadar artık bisikletle bir yere gitmem gerektiğinde anksiyete krizleri geçirmesem de, hala yavaşım. p60 çoğunlukla gönüllüler tarafından yürütülen bir yer, kontratlı çalışanı çok az. İnsanlar burayı o kadar seviyorlar ki, kendi işlerinin yanında gelip burada gönüllü olarak barda, sahne arkasında, vestiyerde, kafede çalışıyorlar. E herkes şeker gibi, çalışma ortamı çok rahat bir de üstüne dükkanı kapattıktan sonra hep beraber yiyip içip eğlenmek bedava niye sevmesinler ki? Biz Avrupa Gönüllü Hizmeti ile gelenler olarak biraz daha ayrıcalıklıyız sanırım. Hem evimiz var hem para alıyoruz. Benim yaptığım işler ise günden güne değişiklik gösteriyor. Konser olduğu zaman sahne arkasından sorumluyum, onun dışında iki kez vestiyerde çalıştım, haftada bir gün de ofis günüm var. 


Gönüllülük üzerine yürüyen bir sistemleri olduğu ve 10 yılı aşkın süredir EVS gönüllülerini misafir ettikleri için herkes bu konuda çok tecrübeli ve yardımcı. Bu güne kadar 2 metal müzik konseri ve bir dans gecesi oldu, ama tüm müzik türlerinde konserler gerçekleşiyor. Sadece bir haftadır çalıştığım ve yeni şeylere alışmam biraz zaman aldığı için söyleyeceklerim bu kadar:) Gelelim Cumartesi günü gittiğim caz festivaline...Festivalin adı "Jazz In Het Dorp", yine Amstelveen'de, evden bisikletle 10 dakika uzaklıkta yer alıyordu. Benim zamanım kısıtlı olduğundan sadece 2 performans izleyebildim, size genel olarak atmosferden ve izlediğim performanslardan bahsetmek istiyorum. İlk olarak festival alanı küçük bir cadde, buraya çıkan sokaklar ve caddenin iki başındaki küçük meydancıklardan oluşuyordu.



Meydanlarda büyük sahneler, sokak aralarındaysa küçük sahneler kurulmuştu. Bunun yanı sıra cadde ve sokaklar boyunca şarap ve yemek stantları, kafe, bar ve restoranlar vardı. Festivale katılan kitle genelde orta yaş ve üstü insanlardan oluşuyordu. Ailelerin bir çoğu çocuklarıyla gelmişti. Bazen durup sadece çocukları izledim; o kadar mutlu, özgüvenli ve özgürler ki...Anne babaları konseri izlerken onlar sahnenin önünde dans ediyor, hatta bazen sahneye çıkıyorlar ve kimse bundan rahatsız olmuyor. Lokal bir etkinlik olduğu için muhtemelen kalabalığın çoğunluğunu o civarda oturan insanlar oluşturuyordu. Benim izlediğim performanslar Sherry Dyanne ve Naftule grubu oldu. Sherry Dyanne mükemmel bir sese sahip Hollandalı caz sanatçısı. Kocaman karnı ve muhteşem mavi elbisesiyle söylediği şarkıları dinlerken birçok duyguyu bir arada yaşıyorsunuz. Benim kendisinden bu festivale kadar haberim yoktu fakat bundan sonra sıkı takipçisiyim. Sanırım yayınlanmış tek albümü bulunuyor adı da: Sing Me a Song. Spotify'da bulabilirsiniz.İkincisi ise tam benim kalemim olan Naftule. Grup 5 kişiden oluşan çok uluslu bir grup. Klarnetçisi İspanyol, saksafoncusu İtalyan. Caz, klezmer, latin ve kabare tarzı müzik yapıyorlar. 
Emilio Parrilla klarneti çalmaya başlayınca içimden;
eyyy Hüsnü Şenlendirici gel de klarnet nasıl çalınırmış gör dedim yani. Gittiğim iki festivalde de Balkan ezgileri mutlaka vardı, zaten klarnet sesini duyunca bana bir şeyler oluyor, bir mutlu oluyorum nedense. İki sahneye yaptığım kısa ziyaretlerden sonra yağmur başlayınca ve zaten gitmem gereken başka bir yer olduğu için festival alanından ayrıldım. Ulaşımı bisikletle sağladığımı ve festivale girişin ücretsiz olduğunu düşünürsek cebimden hiç para çıkmadan çok güzel bir akşamüstü geçirdim. Yağmurdan fırsat buldukça EVS boyunca bu tür lokal etkinliklere katılmaya devam etmek istiyorum. Çünkü hem insanları en iyi gözlemleyebildiğiniz hem de en rahat şekilde eğlenebileceğiniz etkinlikler genelde bunlar oluyor ya da ben yaşlandım bilemiyorum.

Tuesday 28 November 2017

Hollanda ilk 3 Gün

Evet, sonunda beklenen oldu ve Hollanda'ya geldim. EVS maceram 2 Eylül 2017 günü gecikmeli olarak başladı. Neden mi gecikmeli olarak, çünkü; iyi kızlar cennete kötü kızlar her yere benim gibiler de olaysız hiçbir yere gidemezler. Sonunda karlı çıktığım bu gecikme olayını kısaca anlatıp Hollanda ayağına geçiyorum: 1 Eylül Cuma gününe biletim alınmıştı, önce Ankara'dan İstanbul'a oradan da Amsterdam'a uçacaktım (evet uçacaktım, Cem Yılmaz beni affet). Ankara'dan ailemle ağlaşıp vedalaşıp İstanbul'da benimle gelecek diğer gönüllü arkadaşımla buluştum (Mert). O bavullarını verirken "Uçakta bir overbooked (!) durumu var, kabul ederseniz size 400 euro  tazminat verip otel konaklamanızı karşılayarak yarınki uçağa bindirelim." Demişler, o da benim haberim yok, daha İstanbul'a bile inmedim diye kabul etmemiş. Bana sordu, dedim biz gidelim vakitlice, kalsın. Tam uçağa bineceğimiz sırada yanımıza bir görevli yaklaştı, "Bakın emin misiniz, 4 gönüllüye ihtiyacım var, en güzel otelde kalacaksınız, söz veriyorum." gibi bir takım vaatlerle bizi ikna etti. Sonra gelip "gerek kalmadı uçağa binebilirsiniz" dedi, sonra tekrar gelip "ay yanlışlık oldu sistem çökmüş binemezsiniz" dedi, derkeen biz kendimizi ancak gece yarısı otelde bulduk. Biletimiz sabah 7'deydi ve havaalanı görevlisi bizi 4'te otelden alacaktı. Yani 5 yıldızlı otelde konaklayamadık, sadece konduk.

1.Gün
Sonuç olarak geç ve güç olsa da Pazar sabah 10 buçuk sularında Amsterdam'a inmiştik. Diğer bir gönüllü ve ev arkadaşımız olan Gio bizi havaalanında karşıladı ve evimize geldik. Kısa bir kahvaltının ardından Amsterdam'ın merkezine doğru yola çıktık. Merkez istasyondan ücretsiz kalkan feribotlarla karşı tarafa, yani "Kuzen Amsterdam (Noord Amsterdam)"a geçtik. Burası eskiden tamamen sanayi odaklı bir yerken, bu gün bir turist cenneti haline gelen merkez Amsterdam'a tepki olarak doğmuş diyebiliriz. Çeşitli kültür, sanat ve spor etkinliklerinin yürütüldüğü bu bölgede en 
güzel kafe ve barlar yer almaktaymış efendim. Biz o gün için çok ayrıntılı gezemedik ama gittiğimiz Magma Music Festival'e ev sahipliği yapan Noorderlicht Cafe söylenenleri doğrular nitelikteydi. Burada 2 grubu dinledikten sonra (Balcony Players/Gipsy Balkan Beat ve The Bucket Boys/Bluegrass Punk) 3 saatlik uykuyla gezmeye daha fazla dayanamadık ve eve geri döndük. Nitekim daha akşam çalışacağımız yere uğrayacak ve insanlarla tanışıp bir şeyler içecektik.
Eve gelip bir şeyler yedikten sonra çıkmaya karar verdik. Amsterdam'a giderken metro kullanmıştım ama bu sefer bisiklet sürmeye mecburdum. Çok ayrıntıya girmek istemiyorum, kendimi geliştiriyorum diyelim. Ama gecenin sonunda eve yine metroyla döndüm. Bir EVS gönüllüsü olarak her gün toplu taşımaya para harcama lüksüm yok, bu yüzden bu bisiklet meselesini kış iyice bastırmadan kapmam lazım. Uykusuzluk ve üzerine gelen yoğun program yüzünden ilk günümüz bana adeta 3 gün gibi geldi ama günün sonunda bu yorgunluk sayesinde fazla düşünmeye ve ilk günün garipliğini yaşamaya vakit kalmadan sızdım, bu da iyi yönü.

2.Gün

Buradaki herkes Amsterdam'ın merkezini turist işgaline uğramış yüzeysel bir yer olarak görse de ben de kendimi ilk bir hafta turist ilan ettim ve klişe Amsterdam fotoğraflarının çekildiği her yeri görmeye namusum ve şerefim üzerine and içtim. Bu yüzden de 2. gün akşam üstü Mert'le birlikte yine atladık metroya ve Amsterdam'a gittik. Dam Meydanı'nı da gördük, Red Light District'e de gittik (pazar geç saat olduğu için kapalıydı ama olsun yerini öğrendim.), kanal manzaralarını da gördük, külahta patates bile yedik. Müzelerin hiçbirine girmedik çünkü bir müzenin bilet parasıyla ben 2 hafta karnımı doyururum. Onun yerine kendime Primark'tan cillop gibi bir kışlık mont aldım. Yani EVS macerasının 2. günü Amsterdam sokaklarında avare avare dolaşmakla geçti, güzeldi. Primark'tan çok uygun fiyatlara neredeyse bütün eksiklerimi aldım, seni seviyorum Primark gel bir aile olalım, Türkiye'ye açılalım.

3.Gün
Bir günü turist olarak geçirdikten sonra sıra evimizin yakınındaki yerleri keşfetmeye geldi. Hem de ben Salı günü işe bisikletle gitmek zorunda olduğum için biraz pratiğe ihtiyacım vardı. Diğer ev arkadaşımız Adri bize yakınlarda çok büyük ve güzel bir ormanın olduğunu söyledi. Bisikletlere binip tarif ettiği yere doğru yola çıktık. Yolda giderken anladım ki Amstelveen'in diğer yerlere göre daha zengin ve elit bir muhit olduğu gerçekten doğru. Kırmızı ışıkları saymazsak başarılı bir bisiklet yolculuğunun ardından ormana vardık. Ormanın başladığı yerde kendimi şirinler köyünde zannettim. Bir Ankaralı olarak hayatımda daha önce bu kadar yeşili hiç bir arada görmemiştim sanırım. Saatlerce dolaşmamıza rağmen görülmesi gereken yerlerin onda birini filan ancak görebilmişizdir galiba. En güzeli devamlı fotoğraflarını çeken teyzenin bize tanıttığı inek ailesiydi, inek de değil de işte bunlar bufalo mudur artık angus mudur bilemeyeceğim. Aşırı huzurlu ve etkileyici orman gezintimizden sonra gelirken gözümüze kestirdiğimiz barda birer bira içip yemek yedik. Çünkü ilk hafta turistiz ya, ondan. Sonra yok böyle şeyler full tasarruf, full seyahat fonuna katkı.

İşte Hollanda'daki EVS sürecimin ilk üç günü aşağı yukarı bu şekildeydi. Çok güzel bir evimiz, küçük bir bahçemiz ve bir kedimiz var; adı Hanky. Ev arkadaşlarım Mert, Gio ve Adri. Gio Gürcistan'dan, Adri de İspanya'dan gelmiş. Evde ben hariç herkes grafik tasarım, görsel sanatlar, çekim, kurgu işleriyle uğraşıyor. Yarın iş yerinde ilk günüm olacak, bütün yeni başlayan gönüllüler ilk önce bütün bölümlerde çalışıyorlarmış. Daha sonra benim görevim sahne arkası ve horeca denilen yeme-içme kısmında olacak. Sahne arkası için baya heyecanlıyım, dünya starları gelmese de farklı müzikler yapan bir sürü grup sahne alıyor P60'da ve görünüşe göre ben hepsiyle tanışacağım :) Umarım her şey bu 3 günde olduğu gibi güzel devam eder

Saturday 25 November 2017

SURVİVİNG PUGLİA

Hava sıcaklığı depresyona girme sebebi olabilir mi ? Olabilir. Çok sıcak ve çok sıkıcı olmaya başladı herşey. Ilk defa evden çıkmadığım günlerin sonuna Eylül ayına kavuşmanın huzuru içerisindeyim evimizin bahçesindeki domatesler erik ağacı ve ev kedimiz ''spanish guy'' la birlikte. Selamlar Canım'lar. Herkesin iyi olduğunu umuyorum. Beni sorarsanız iyiyim, iklim hariç herbirşeylerim yolunda.Ayların birer birer geçiyor olması ve vaktin bu kadar hızlı geçmesine şaşıyorum herzaman ki gibi. Biraz mektup vari bir giriş oldu lakin hal hatır sormanın başka bir lisanını bilmiyorum dürüst olmak gerekirse :). Bunun haricinde ise gündüz yaz kampına gidip siesta saatine kadar çocuklarla etkinlik yapıp ( fotoğrafları geçen ay paylaşmıştım hatırlarsanız) siesta esnasında eve kapanıp, depresyona girip akabinde depresyon kovucu olarak adlandırdığımız aktivitemiz olan yüzme işlemi için kendimizi en yakın yerdeki su kenarına( aramızda kalsın çok harika beach'lerin dibindeyiz) ya da meşhur sokak etkinliklerine atıyoruz. Ve günün kapınışı olarak ara sıra istisnalar olsa da domateslerimi sulayıp, balkonda türk kahvesi özlemini espresso ile giderip kitap okuyarak veyahut 8 kişi kaldığımız evimin insanlarıyla muhabbet ederek günü sabaha doğru kapatıp uykusuz uykusuz yine kaldığımız yerden devam ediyoruz. Bunların dışında bulursam eğer bir de yakın yerlerdeki yerel festivalleri geziniyorum.Neyi nasıl üretiyorlar diye ( naparsınız meslek aşkı) aşağıda da onlardan bir kaç birşey paylaşacağım 
Aşağıdaki ilk fotoğrafta pizzica festivalindeki standlardan biri olan çorba standı var.Pizzica italya'nın Salento bölgesinde bir erkek ve bir kadın oynan eşli-halk oyunlarından birisi.Çorba standı ile ilgili olarakta reklam flamasına dikkatinizi çekmek istiyorum. Bakliyatların ekiminden başlayarak çorbanın nasıl yapıldığını anlatan bir inogram aslında. Başından sonuna bütün süreci anlatıyor.

Çorba aldığınızda ise çorbayı servis etmeden ''yabancı'' olduğunuzu anladıklarında önce çorbanın kültürel tarihi ile ilgili bilgi sahibi olup olmadığınızı sorup, bilmiyorsanız eğer tarihini anlatmaya başlıyorlar. Tarihi ise; 100 yıl önce kuraklık döneminde olan Maltano'da  insanların yiyecek birşey bulamayıp en son kalan gıdalarını birleştirerek, yeni mahsul elde edinceye kadar ortak çorba yaparak hayatta kalmayı başarmaları gibi bir geçmişe sahip. Bu kısa hikayeyi paylaşmalarının sebebi olarak da ''ziyan- israf''a dikkat çekmek ve geçmişte atalarının bulunduğu birlikteliği paylaşmak, yeni kuşaklarla bunu aktarabilmek.İkinci olarak üretici ülke olarak Türkiye yazısını gördüğüm organik sabunlar var :) Festival standlarını gezerken güzel çiçek kokularının olduğu yere doğru ilerlediğimde renkli renkli sabunlarla karşılaşıp, acaba sabunlar mı kokuyor diyerek elime alıp koklamaya başladım. Sabunlar kokmuyordu ama üzerinde ki Turchia yazısı kokulardan mutlu etti diyebilirim :) Son olarak ise gece sokağa çıktığınızda veyahut festival alanlarında kuru yemiş, baharat satan ve bana Türkiye'deyim hissi veren bu arabalı standı paylaşmadan geçemezdimm. Bunların dışında da değişik hiç birşey yok. Eylül ayı programını ev halkı olarak heyecanla bekliyoruz çünkü aynı zamanda 2 tane gençlik değişimi programının hazırlıkları ve heyecanı içerisindeyiz.


LAVORARE CON İ BAMBİNİ

Günler su gidip akıp gitmeye dursun efendim. 4 ayı bitirip 5.aydan gün aldık Poggiardo'da. Anaokulunu, rehabilitasyon merkezini kapatıp yaz kampında göreve bile başladık. Biraz çoğul ve efkarlı bir girişin ardından selamlar herkese. Çoğul ve efkarlı oldu biraz zira özlemeye başladım evimi yurdumu. Çoğulcu konuşmamdan sebep ise iş paylaşımı yaptığım arkadaşlarımın bulunması.
Günler epeyce hızlı akıyor. Bunun iki sebebi var ilk EVS'ci arkadaşlarımızı uğurlamaya başladık bu da onlarla daha fazla vakit geçirmek adına, gün içinde yaptığımız sohbetlerin artması ve gezmelik görmelik yerleri tüketme hızımızın zirveye ulaşması demek. Uzun dönem buradaki hayatı tecrübe edip ( yaklaşık 1 yıl kadar) akabinde projelerinin bitmesi üzerine ülkelerine geri döndüler (romanya, macaristan) bu bizi biraz hüzünlendirse de ilk etapda buradaki sürecin biteceğini ve kısıtlı zamanlarla burada olduğumuzu hatırlattı.Diğer sebep ise mevsim yaz malumunuz, hava resmen burnumuzdan getiriyor. İzmir ve ŞanlıUrfa sıcağı görmüş biri olarak buranın sıcağı bizim oralara** rahmet okutuyor(** çünkü buradayken Türkiye sınırları içerisinde kalan heryer bizim oralar oluyor...). Siesta başlangıcının bir ertesinde, güneş batıncaya kadar sıcaktan transa geçmiş vaziyette olduğumuz yerde kalakalıyoruz. Bazen hadi gari bir cesaret deyip bisikletlerle kendimizi en yakın mesafedeki deniz kıyısına atıyoruz. Ancak genel itibariyle yaz kampındaki çocuklar bütün enerjimizi sömürmüş olduğu için bu işlevi gerçekleştirmek genelde haftasonlarında mümkün oluyor.
Yaz kampı demişken biraz bahsetmek istiyorum. Bir sürü küçük çocuğun evlerine tıkılıp kalmalarını ya da teknolojik araçlarla haşır neşir olmalarını bir nebze de olsa engelleyen bir aktivite alanı aslında. Güney italya'da gerçekleşen tüm resmi faaliyetler gibi sabah başlayıp öğlen 13.30 a kadar devam ediyor. İçerik olaraksa en güzel bir şey (bu kelime dizisini kullanmayı çok seviyorum) engelli çocuklar ile engeli bulunmayan çocuklar birlikte aktivite gerçekleştiriyorlar. Bu aktiviteler genelde boyama, resim yapma veyahut basit fiziksel aktivitelerden oluşuyor. Öğretici bağlamda ise çocukların karma iletişim kurması konusunda yardımcı oluyor. Bir nevi kaynaştırma eğitimi gibi.. Ben genelde işin boyama ve boyanma kısmında yer alıyorum ki bundan sebep nasibimi aldığım fotoğrafları aşağıda paylaşacağım. Cağnım beyaz tshirt'im boyama yaptığım minik arkadaşlarımın boyalı ellerince damgalandılar...
Diğer taraftan sosyal hayat iyiden iyiye hareketlendi buralarda. Yaz olması sebebiyle her yerde bir etkinlik gerçekleşiyor. Sokak oyunları, konserler genelde genç kuşağın ilgi alanı, orta yaş veyahut yaşlı kuşak akşamları kendilerini kapı önündeki sandalyelerinde buluveriyorlar. Çekirdek çitleyip çay içmeselerde sokaktan geçenleri izleyip , kendi aralarında muhabbet edip selamlar veriyorlar ( tanıyıp tanımamaları mühim değil, tıpkı bizim küçük yerleşim yerlerimizde devam eden kültürümüz gibi; sokağından/muhitinden geçene gösterilen misafir nezaketinin gereği) bu biraz daha kendimi buraya yakın hissetmeme sebep oluyor. Çünkü oturduğumuz sokaktaki hemen hemen bütün orta yaş ve üzeri amcaları, teyzeleri tanıyorum. Onlarda beni :) bu güzel bie şey çünkü sabah uyanıp kendimi evimde bulmak istediğim günlerin akşamlarında bu insanlar, burayla olan bağlılığımı arttırmam için gerekçe oluyor.Ama yine de hiç bir şey insanın çocukluk komşusu ayten teyzenin güvenini, anne kokusu ve onun salçalı ekmeğinin samimiyetini tutmuyor.
Bu ay için böyle durumlar. Gelecek ay'a kadar sağlıcakla kalın efendim.

TUNUS’DAN SELAMLAR

Tunus’a uçuyoruz. Dört saatlik rötardan sonra sabaha karşı Tunis, Chartage Havaalanı’nındayız. Henüz şehrin üzerinde alabildiğine düz coğrafyasıyla Afrika göz kırpıyor. Gökyüzü her yana uzuyor. Hava ılık. Aylardan Eylül. Projenin gerçekleşeceği şehir Sousse’a gidiyoruz. Evs’in ilk günlerine adım atıyoruz. ‘Lira’ ve ‘kuruş’lar ‘dinar’ ve ‘milim’e dönüyor. 
Faaliyetlere katıldığım yerler; kreş, sera, hastane; çocuk, sanat ve gençlik merkezleri. Buradayken Dünya, loage seyahatlerinde Arapça şarkılar, çocuklarla boyamalar, serada bitkiler, Tunusça Asslemalar, Fransızca Bonjourlar, medinalarda pazarlıklar, palmiyeler, çöller, denizler, yaseminlerle kendi çevresinde 58 kere dönüyor. Tunus, Sahra topraklarında. Sahra’yı yazması kolay değil. Sousse, Tunis, Nabeul, Monastir kocaman kumsallarla, az katlı beyaz evlerle dolu Tunus şehirleri. Cafelerden thé à la menth adını verdikleri bol şekerli nane çayı temin edilebiliyor. Chapati ve brik bazı vejetaryen atıştırmalıklar. Kaktüs ve hurma pek çok. Arsalarda atıklar görülebiliyor. Burada genellikle anadilleri Arapça’nın yanında çok büyük ihtimalle Fransızca da konuşabilen insanlar ve birçok kedi yaşıyor. Duvara monte taharet muslukları var. Evler geniş balkonlu ve yüksek tavanlı. Kısa bir tanımım yapmak istedim, herkesin Tunus’u ziyaret etmesini tavsiye ederim. 

Friday 24 November 2017

MY TURKISH HOŞGELDİNİZ

Hi every body! My name is Anna and İ am happy to state that İ am an EVS volunteer at İyaca association in Ankara, Turkey.
İ come from a small town located in the North of İtaly but İ lived for the last two year in the UK.Since İ interrupted my job vacancy in the UK İ was looking for a kind of experience that was not aiming to make a living, instead İ was willing to chase something that could help other people and additionally could make me gain practical understanding.


So, when İ saw the advertisement of the project hosted by İyaca NGO, İ applied immediately. İ have always been interested in social work and İ was feeling so lucky to have the opportunity to have an inner sight of how a NGO works. İn particular İyaca is dealing with youth policies organizing training, youth exchange and, of course, EVS project. İ am fully convinced that the change we need in the world can be accomplished only by young people and thanks these activities youth can be aware of their task in the post-modern society. A couple of days later İ have been invited to do an interview with, what turned out to be, my lovely lovely mentor Sinan. Two days later the exciting news: İ was going to spend two months in Turkey as a volunteer!  İ think it is useless to highline how glad İ was!During my 15 hours of travelling İ started to meditate on Turkey. İ am really ashamed to admit İ did not know anything about this amazing and mixed country. İn my brain the word ‘Turkey’ recalled me of just a couple of stereotypes: Turkish people smoke a lot (totally true!) and they walk really fast (almost true). This country is famous to be the bridge that connects Asia to Europe and İ was, and still İ am, truly curious about how Asian and European culture are dealing together in the daily life and historical traditions. İ was going to land in the capital set in the Asiatic part of Turkey: Ankara.When İ got off the bus, that carried me from Esebonga airport to the Çankaya district (centre of the city), İ discovered, with an immense relief, that Sinan was waiting for me. We walked  through the chaotic and crowded street heading home. What impressed me the most concerns colours. Ankara has the colours of all the European cities İ visited: a mix of grey, dirty white of the building and random colourful spot of the items exposed by the shop. But in this case this nuance is warmed up by the intense red of the copious flags proudly waving along the street and hanging from the buildings windows.  

On the following day Sinan led me to the office. He tried to teach me the way, unfortunately for him with really poor results (I could lose myself in my own home!).
The ONG has its base on the 8th, and last, floor of a central building; therefore it offers you an astonished view of the city. I started to take a hundred of pictures to immortalize the panorama that took my breath away but it can not be capture by a single photo…you have to come here to understand! No skyscrapers for Ankara but sharped towers towards the sky and, it is going to be a constant, red flags symbolizing the strong feeling of identity the Turkish have.

To better understand the Turkish culture İ decided to go to Ataturk mausoleum. Gazi Mustafa Kemal is Ataturk, that means: father of Turkey. He, besides being, on my behalf, a really charming, old fashion man, is the founder of the Turkish republic. Turkish people love him and his pictures are glancing at you mostly in each public or private office, schools and shops.  Ataturk became the first president of Turkey republic in 1923 till 1938, year in which he died. During his administration he put into rule a program of political, social and cultural reforms seeking to transform the former Ottoman Empire into a modern and secular nation. Under his led primary school became free and compulsory and he decided to swop the Arabic alphabet for the Latin one. Before several European Nations woman were given equal civil and political rights, Ataturk fought against the negative and old idea that women were just able houses caretaker and, within 1935, 18 women joined the Turkish parliament. Knowing that İ can fully understand why people admire him and they celebrate every year on the 10th of November his memory.Anitkabir (mausoleum in Turkish) has been built on Rasattepe hill in the centre of Ankara as the tradition wants to be Ataturk will. From there he wished to finally rest watching Ankara castle and its waving flag. To reach Anitkabir İ walked up the hill rounded by a peaceful and beautiful park. You feel immediately relaxed because it is in total contrast with the noisy city.


On the top of the memorials stairs İ saw two groups of statues representing three men on one side and three women on the other facing themselves. One woman is lifting an empty glass towards the sky asking to God mercy on the father of Turkey. The woman in the middle is covering her face with her hand while she is crying. This simple gesture expresses the population’s deep grief for its loss.  In order to reach the main part of the memorial İ covered the lions path; a walking-way that due its name to the 24 lions sculpture allocated along the borders. The lions symbolize power, protection and strength of this proud nation.


When İ eventually reached the mausoleum the view made me goggled at it. İ can try to describe this monument using a synonymous and the world İ will choose is: HUGE.  At the end of the Lion's path, there is a wide open meeting area crowned by the bulding of ataturk tomb.
Climbing thousand of steps İ reched this enourmus rectangular building sorrended by high colums on all 4 sides. I passed through the colums to find my self in the Hall of Honor, the hall where Ataturk body rest in peace. Anitkabir finds its completion in this section. The roof is made of gold mosaik and walls and floor are covered by marble.  The sarcofagus is at the bottom of the hall in front of a big windown and it is itself a piece of marble with no decoration. 
A really mystiscal vision that arises when İ discovered that Atataturk rest are just benith the sarcofaguos in the soil brought from all over Turkey.İ have been really happy to have seen this monument but overall İ am glad to had the chance to come closer to the feeling of respect, pure love and eternal gratitude that the turkish people have reserved to thıs important and profound person.








Saturday 18 November 2017

DREAMING SOUTH ITALY

Ne güzelsin Ekim!
Sonbaharı en çok hissettiren. Yaprak renklerindeki değişimi, doğanın uyku öncesi halini gördüren...Her yerde her köşede.  Ahmet Kutsi Tecer'in dediği gibi; Bu sabah içimde bir tazelik var, Bu sefer, bu camdan giren gündüz, ben! Sokaktan yükselen şu sen naralar,
Bu camdan bakınan, bu gülen yüz ben! Biraz Ekim duygusallığı, biraz yorgunluğu, bir  kuple şiir ve Pompei'den küçük bir bahçe görüntüsüyle ile herkesi selamlarım. Umarım hepinizin vakit dolu dolu ve heyecanlı geçmiştir. Zira benimki öyle oldu. Eylül ayı içerisinde gerçekleştirdiğimiz 2 gençlik değişiminin yorgunluğunu ve projesi biten arkadaşlarımın gidip ev ahalimin komple değişmesinden dolayı üzerimdeki duygusal yorgunluğu atmak için aya küçük ve hızlı bir italya turu ile başladım. Çok da iyi yapmışım. Türkiye'den gelen iki canımın içi arkadaşımla Roma Tiburtina otobüs garında buluşup Siena-Floransa-Pisa-Venedik-Napoli-Pompei şeklinde bir hızlandırılmış tatil ve özlem gidermece yaşattık kendi kendimize. Bu satırları yazarken de onların gelirken yanlarında benim için teselli olarak getirdikleri  türk kahvesini yudumlayarak yazmaktayım. Nasıl makbule geçti anlatamam. Sert kahve ülkesinde yaşanızda alışkanlıklar kolay kolay değişmiyor azizim. Uyum süreci ve kökten değişim farklı şeyler. Buna sıklıkla gezi sırasında kanaat getirmiş oldum. Sokaklarda gezerken her ne kadar pizzaya gömülsek te kebap dükkanının önünden geçerken kafamı içeri uzatma isteğim beni hiç yanlız bırakmadı. Tura önce Sieana'dan başladık. Küçük sempatik bir yerleşim birimi, gördüğümüz kadarıyla. İtalya'daki şehirlerinin bir çoğunda olduğu gibi ''tarihten oluşmuş'' bir kent. Piazza Del Campo, Sieana Katetrali, Palazza Publico, San Domenico Bazlikası, Santa Catherina ve dahası...sakinlik ve  barok mimari severlere için her şeyiyle insanı bağlayan bir kent Sienada 1 gün vakit geçirip rotayı tren aracılığıyla Floransa'ya sürdük..Floransa sanat konusunda insanın ömürlük açlığını giderecek ve sonraki süreçleri iç çekerek kendini anımsatacak bir şehir. Her yer inanılmaz çekici ve sürükleyici, yemekler, mimari, bitmek tükenmek bilmeyen enerjik bir şehir. gecesi ve gündüzü ayrı çekici ve kesinlikle 10 günde kalsanız gitmek istemeyeceğiniz bir yer.
Vaktimizin kısıtlı olması dolayısıyla 1 gece 2 gündüz kalabildik. Ve hala aklım orada :) 
Ve elbette Toscana sınırları içinde olunca yemekten bahsetmemek haksızlık olur. İtalya'da en çok özediğim ve kıskandığım şey, hala yerel üretimlerin geleneksel olarak devam ediyor olması, çok gerekmedikçe endüstriyel tarım araçlarına başvurulmaması bu sebepten dolayı toprağın tadını koruyor olması. Bu durum yediğiniz en basit sandviçi bile inanılmaz lezzetli ve keyifli bir hale dönüştürebiliyor.

Floransanın ardından Pisa'ya koşturuyoruz efendim. Elbette yamuk kulenin kenarına fotoğraf çekinmeden olmaz ama bana sorarsanız Pisa'da kuleden çok daha fazla ilgi çekecek şeyler bulunabilir. Kathetrale uğranabilir, ikinci el pazarı gezebilir, ara sokaklarda gezerken, kullanılan  alt yapı üzerine esprili muhabbetler yapılabilir (burası azıcık şaka barındırır) veyahut Domus Mazziniana'a giderek, dokunmatik üç boyutlu tarihi eser görselleri (teknik adı hologram sanırım) müzecilik perspektifinizi biraz daha farklılaştırabilirsiniz.Gitmeden önce etraflıca araştırma yapmanızı ve buranın ayrıntılarına dair bir kaç bilgi edinmenizi tavsiye ederim. Bakış açınızı değişitirecektir. 

Bu arada bu fotoğraf çekim fikri bana ait olmayıp, internette ön araştırma yaparken görüp, beğenip, kıskanıp kadrajımı ona göre ayarlamamla ortaya çıkmış bulunmaktadır 😁Pisa'dan sonra durmaksızın devam ediyor ve Floransa aktarmasıyla Venedi'ğe doğru tren-otobüs aktarmasıyla varıyoruz. Venedik'te çok fazla vakit geçirmesek te kentin duygusallığını hissetmek hiç zor değil. Bir ucundan giriş yaptığınızda sonuna kadar sizi alıp sürükleyip götürecek bir sürü kanal geçişi ve tabi ki kayıklar mevcut. 
Biz kayık kullanmaktan ziyade yürüyerek gezmeyi tercih edip kısıtlı zamana rağmen şehrin yapısını biraz daha soluma fırsatı bulduk.
San Marco Bazilikası,Il Redentore, devasa genişlikteki Fenice Tiyatrosu ,Guidecca, Kiliseler ve elbette günün mükafatı olarak Magnum mağasında kendimizi ödüllendirmemiz...

Venedik'ten sonra Napoli'ye gidecektik ve bu yüzden geceyi çok fazla tüketmeden kalacağımız B&B'ye geri döndük. Çünkü ertesi sabah saat 6 daki uçağa yetişmek başka türlü mümkün olmayacaktı. Bu arada B&B demişken ; bundan sonraki bütün gezilerde mutfağını kullandıran, evindeymiş gibi hissettiren B&B'ları tercih edeceğim. Çünkü hem istediğiniz gibi hareket edebiliyorsunuz. Hemde mutfağı kullanmanın lüksüyle , biraz da benim gibi mutfakla uğraşmayı seven biri iseniz inanılmaz keyifli vakit geçirmiş oluyorsunuz. Tüm bunları geçirip dururken havaalanına gitmek için  aldığımız ulaşım tarifinin azizliğine uğruyoruz. Otobüs saatlerinin söylenenden farklı olması dolasıyla bir gün önceden hazır almış bulunduğumuz havaalanı otobüs biletinin yanına yenisini ekleyerek 8 euro karşılığında özel ulaşımı tercih etmek zorunda kalıyoruz.Havaalanında ''zaten geç kaldık kardeşim, acele etsenize biraz, yol ver geçem hemşerim'' sinir bozukluğuyla uçağa erişiyoruz üstelik kapının açılması için ekstra 20 dakika bekleyerek.Şu italyanlar iyi hoş de be kardeşim bize göre biraz daha kanı ağır , rahat bir millet, ya da bizde mi azıcık öyle olsak ne derken Napoli'ye varıyoruz. Diğer enerji sömüren olayı Pizza'nın ana vatanında yaşıyoruz. İnternetten bakınıp, gidene-gelene sorup, adını-adresini aldığımız pizzeria kapalı oluyor. Bu gerçekten bir hayal kırıklığıdır... Ama bununda kazanımını elde etmekten geri duracak değildik elbette. Kapalı olan pizzeria'nın karşısında bulunan klasik küçük sokak arası bir italya tipi  bara gidip caffe latte ve Le Stogliatelle isimli tatlıyı mideye indirdik. İtalya tipi klasik küçük bar'lara gelince. Türkiye'deki bar anlayışından biraz daha farklı. Kahve içip yanında tatlı birşeyler atıştırabileceğiniz akşam ise  düşük alkollü içecekler alabileceğiniz son derece basit bir konsepte sahip. Ancak Bar çeşitleri servis ölçeğine göre bazen iyi bir restorana kafa tutabilecek kalitede olabiliyor. Oradan bir dükkan yandaki pizzeria'ya geçip pizzaları mideye indirip  Pompeii'ye doğru yol alıyoruz. 

Pompeii kesinlikle 1 gün ayrılması gerekilen bir antik şehir. Vezüv yanardağının patlaması sonucu 1700 yıl toprak altında kalmış, dönemin ticaret merkezlerinden biri ve hakkında bir çok farklı bilgiye erişmek mümkün. Napoli'de gezinmeyi tamamlayıp arkadaşlarımı Türkiye'ye geri dönmeleri üzerine Roma'ya yollayıp kendimde Poggiardo'ya geri döndüm. Geri döner dönmezde sevgili dernek başkanı'nın son dakika golü ile karşılaşmak paha biçilemez bir tatil sonrası argamanı oldu.Türkiye'den gelen bir grupla proje toplantısında olmak ve yol yorgunluğunun üzerine ful 2 gün bu proje ve sonraki projeler konusunda kafa patlatmak kahve tüketim oranımı zirveye taşıdı ama güzel oldu. Son değerlendirmenin ardından koşarak eve geldiğimi ve kendimi yüzü koyu yatağa attığımı hatırlıyorum sadece :) Şanslı olduğum nokta ise daha önce engellilerle çalışmış olmam ve grubun proje toplantı içeriğinin engelli bireylerin doğa ile buluşturulması idi. Karşılıklı diyalog halinde deneyimlerimizi ve hali hazırdaki etkinliklerimizi paylaştık olabilecek durumları gözetip multi katılımlı hale nasıl dönüştürebileceğimizi konuştuk. 

Bu toplantı halinin ardından Ekim sessiz geçer mi? Geçmesin. Zaten şurda ne kadar vaktim kaldı ki tecrübe edineceğim. Bir kaç günlük aranın ardından Fransa'da gelen bir grup gençle 12 günlük bir  kültürel kaynaşma programı tamamladık. Bu programda Salento'nun geleneksel hayatı konusunda bilgi verip, yerinde tecrübe etmelerini sağlayan küçük atölyeler düzenleyip akabinde onların kültürleriyle ilgili olarak bize hazırladıkları workshoplar'la doyurucu bir  takvim ortaya çıkarmış bulunduk.
Beni en çok şaşırtan ise gençlerin dominoyu geleneksel oyunları olarak tanıtmaları oldu. Benim bildiğim kadarıyla domino 3-4.y.y.da Çin'den çıkıp ticaret yolları ile bütün dünyaya yayılan ancak en çok Ortadoğu'da ve bizim ülkemizde bazı geleneksel kıraathanelerde devam süren bir oyundu. Önce kurallarda değişiklik vardır diye düşündüm ancak tamamen aynıydı.. Bizim yaptığımız atölyelerde ise tabi ki makarna ve mozeralla yapımı, geleneksel salento sepetinin örülmesi, yakınlardaki bir kaç üretim alanının gezilmesi Lecce tarihi şehir merkezi ve Salento'nun sembolü olan bir kaç kıyı şeridini gezip programı tamamladık.Bu ay da böylelikle bitti , kalan 2 buçuk ayımında dolu dolu geçmesini umarak evime geri dönmeyi istiyorum. Çünkü gerçekten özledim. Demli çay içmeyi, babamla geleneksel tavla  merasimimiz olan tavlayı koltuğumun altına sıkıştırmasını,  hayırsızlığımla suçlayan arkadaşlarımla vakit geçirmeyi, semt pazarında ''3 lira 5 lira al al al yarına bırakma'' diye bağıran kafasında beresi, belinde mavi önlüğü ile pazarcı abinin ağzından çıkan soğuk buharın  havada  dağılışını izlemeyi 
ÖZLEDİM.


YOUTH DREAM

Evin karanlık salonunda oturmuş, mutfaktan gelen romantik ispanyolca müzik ve karışık yemek kokularının eşliğinde '' hadi gari yaz artık yine geç kaldın '' diyerek kendimi masanın başına attım. Biraz yoğun ama bir o kadar da dop dolu bir ay geçirmenin yoğunluyla herkesi selamlarım. 
Burada havalar soğudu( yine mi hava su muhabbeti ! ; Evet , sizi bilmem ama beni direkt olarak etkileyen bir çevresel unsur). Okullar açıldı. İşler güçlerin yaz rehaveti biraz daha kalktı. Biz bu süre içerisinde 2 gençlik değişimi programı tamamladık, 9 ülke katılımcısı ile (Romanya,Litvanya, Estonya, Ermenistan,Macaristan,Ukrayna, Bulgaristan,Fransa, Yunanistan).ve doğrusunu söylemek gerekirse tüm zaman ve enerjimizi çekti diyebilirim. Konunun ayrıntısını ballandıracak olursak ; gençlerin değişim konuları Göçmenlik ve Göç idi. Bu sayede bende pasımı atmış oldum. Uzun zamandır bir gençlik programında yer almamıştım. Program sorumlularından biri olmanın verdiği stres de paha biçilemez bir tetikleme mekanizması oldu tabi. İlk defa ingilizce kullanma zorunlulumun olduğu bir programda kolaylaştırıcılık ve eğitmenlik yaptım.Aşağıda beden dilimden anlayacağınız üzere ilk başlarda biraz sıkıldım ama sonu muhteşemdi ki onu son fotoğrafta görme şansınız olacak.

Ne yaptık peki; Göç'ü anlattık, anlatmalarını istedik. Çünkü herkesin hayatının yakınında, uzağında, içinde bir göç hikayesi ufak yada büyük çapta var. Bazen de zorunlu göçe dair gördüğüm, duyduğum, öğrendiğim insanların nedenlerini ve hikayelerini paylaştım. Bazen eğitim salonu kullandık bazen en yakındaki cayır çimeni :)  
İşin en eğlenceli kısmı tabi ki ekip arkadaşımla birlikte energizer'lerdeki kolaylaştırılık yapmam oldu.Benim için en iştahlı kısmı buydu doğrusunu söylemek gerekirse. Çünkü oyun modülü hazırlamak için kafa patlattık. Energizer'ler bazen aşırı ciddiyet taşıdı ve gençler oynarken tartıştı, öğrendi. Onlardan birinin metaryelleri de aşağıda yer alıyor.
Bu kağıtları gençlere dağıtıp belli süreler ve aktiviteler verip oku- oyna- tartış şeklinde eğlenceli bir modül tamamladık. Bu güzel yazılı kişiyi takdim etmekse ayrı bir zevk benim için.Kendisi kaligrafist olup buradaki eski gönüllü arkadaşlarımızdan birisi ve vaktinin müsait olması dolayısıyla yardıma geldi. Ve bizi güzel yazılarıyla mest edip birde güzel yazı yazmak konusunda minik bir atölye gerçekleştirdi. Tabi ki atölyenin sonu bizim programımızın sonu ile birleşip gençlerin duygu ve düşüncelerini bu şekilde bir workshopla yazılı olarak öğrenmiş olduk. Bu arada güzel yazı sanatına dair ilginiz varsa kendisini instagramda  thegraceofwriting hesabından takip edebilirsiniz. Zira programdan sonra kendisini Londra'ya uğurladık, oradaki bir kaligrafi okulunda bir süre eğitim alması ve çalışması üzerine. Eminim ki ilerleyen günlerde çok daha  lezzetli çalışmalarda bulunacaktır. Bol şans dileklerimi her gün yenilediğim gibi sizinle birlikte bir kez daha yenilemiş olayım  😊
Diğer yandan gençler mükemmeldi hocam; sanki kendim hala o kuşaktan değilmişim gibi...Sahiden değilmişim gibi hissettim kendimden 11 yaş küçük katılımcıları görünce. Ama sanki öyle gibi de değilim dimi😊 (Ortadaki yavu ağzı şortlu insan ben oluyorum 😁 )
Onların ve benim en sevdiğimiz diğer durumsa tabi ki iki program için de düzenlemiş olduğumuz ''italyan makarnası yapma atölyesi'' oldu 😊  Hamur yoğurduk,  yuvarladık, yufka açtık, kestik, kuruttuk ve ertesi gün akşam yemeğinde imece usulü yapılmış olan tüm makarnaları yedik 😵aşağıdaki fotoğrafta da hamarat katımcılarımız var 😏

Bitti mi ? bitmedi elbette daha kültürel gece yapaciğiz :)  Her ülke katılımcısı ülkesinden getirdiği yerel içkiler, yiyecekler ve küçük hediyelerle zamanlarımızı şenlendirdi. Hayatımda ilk defa Estonya ekmeği yedim ki farkı nedir derseniz ; ekmeğin tamamen kara buğdaydan yapılmış olması ve yaklaşık olarak 24 saatlik pişme süresine sahip olması. Lezzetli miydi ? Elbette :) . Düşük ısıda 24 saat pişip hiç bir besin değeri kaybına uğramamış olan ''ekmek'' Lezzetli olmaz olur mu hiç . Ancak itiraf etmek gerekirse beni en çok tatmin edenler ; Yunanistan'lı katılımcıların getirdiği ''Feta'' ( bizim  tam yağlı beyaz peynirin ikiz kardeşi) yaptığı musakka. Ermenistan'lı katılımcıların getirdiği ceviz reçeli ( ki Bitlis'de ve Van'da geleneksel olarak bulabilirsiniz) yaptıkları zeytinyağlı sarma, pilaki ve getirdikleri pestildi Ev özlemi giderdiğimi hissettim. 😊 Tabi bunların üzerine oyun patlatılmaz mı ? Elbette! patlatılır kültür gecesi hocam bu . Herkeslerin şarkılarını, folkunu görmek farzdır. Derken bitirdik bütün bir ay'ı ve programları. Sırada ne var Bilmiyorum.Yaşayıp, görüp, aktaracağım :)


Sağlıcakla.





Zdraveĭ !

Sizleri öncelikle Bulgarca selamlamak istedim, hepinize merhabalar arkadaşlar J
Bulgaristan’da Evs yapma fikrim tamamen şans eseri gelişti ve neden olmasın dedim .Sınır bir ülke olması ilk Evs projem olması, kültürlerin yakın olması beni çeken nedenler arasındaydı J Tüm iyikilerimi bu yolda yaşadım .Kocaman bi çuvalla gitmemiştim belki beklentilerim çok yüksek değildi. Burgas’da olacaktım. Öncelikle çok araştırma yaptım ,tarihi, kültürleri, yaşama koşulları gibi. Tahmin edeceğiniz üzre internet koca bir çöp yığını ve saçma sapan bilgilere çok da kulak asmayarak hazırlıklarımı yaptım. Benim pasaportum bordo olduğu için vize şartı vardı ve gerekli belgeleri teslim ettikten sonra 15 gün vizeyi bekledim ve yola düştüm. İlk önce İstanbul sonra Burgas . Otobüs yolculuğum rahat oldu ama gümrükte sadece benimle alakalı bazı durumlardan onlarca insan bekletildi. Başörtülü olduğum için büyük bir önyargıyla karşılandım.Eğer başörtünüz  varsa buna hazırlıklı olmalısınız ne yazıkki. Bulgaristan’da kullanılan para birimi leva Türk parasının iki katından biraz fazla değerde. Avrupa Birliğine 2007 yılında girmiş ve halk bundan fazlasıyla şikayetçi. Her şey ucuz , ekonomik yönden kalkınamayan bir ülke maalesef.
Burgas’a gittiğimde koordinatörüm beni karşıladı ve kalacağım eve götürdü. Evde beni bekleyen Diğer bir evs gönüllüsü vardı hem de oda arkadaşım oldu. Avusturya’dan Hannah. Elim kolum ayağım oldu kendisi. Sonrasında İskoçya’dan Rory geldi ve projeye başlamış olduk. En büyük şansım Rory’nin anadilinin İngilizce olmasıydı. İlk zamanlarda native kadar  olmayan İngilizcemle bitakım problemler yaşasakta sonrasında anlaştık J Hepsi anlayışlı ve ve çok iyi birer arkadaş oldu en ufak problemlere bile birlikte göğüs gerdik . Yine proje var deseler aynı insanları ister misin diye sorsalar ‘’elbette’’ derim. Evimizde kahve makinemizden tutun bisikletlerimize  kadar her şey vardı. Kamp gereçleri de buna dahil. Tüm imkanlar sağlanmıştı. Ev merkezdeydi ve bu en büyük avantajım oldu her yere yürüyerek veya sadece bir otobüsle gidebiliyordum. Çalıştığım ofis Sarafovo tarafındaydı. Yol yaklaşık 50 dk sürüyordu ama bu hiç sıkıntı olmadı çünkü yaz aylarında olması dolayısıyla çok fazla işimiz olmamıştı J Bilgisayarda dosya hazırlama , tarama bahçe sulama gibi işler yaptım oda her gün değil arkadaşımla paylaşarak yaptığımız için çalıştım diyemiyorum.
Proje kapsamında birçok il gezdim. Kırcaali , Haskovo ve Polovdiv’e gittim.Tüm ihtiyaçlarım proje kapsamında karşılandı. Bulgaristan’ın her yerisanat.Basit bir binanın üzerinde dahi şaheserlerle karşılaşmanız mümkün.Her sokağı müzik. Sokakta çevirdiğiniz sıradan görünen birinin müzisyen olma ihtimali yüzde yetmiş mesela. Birde alabildiğine yeşillik… En güzel yanı ormanlara dokunmamışlar. Kırcaali ‘deki Türk nüfusu yüzde seksene yakın ve Türk kültürünü her yerinde hissedebilirsiniz. Öyle çok turistik bir yer değil, iki kilise bir cami var .Birde dillere destan medresesi. Çok güzel bir tarih yatıyor Bulgaristan’da. Çoğunlukla yanlış bilinse de 500 sene birlikte yaşamışlığımız var ve bu her alanda çok açık. Haskovo kilise ve cami sayısı eşit tek il. Dünyadaki en büyük Meryem Ana heykeli merkezinde ve Guinness Rekorlar Kitabı’na bile girmiş. Hala hoşgörü ve huzurla birlikte yaşıyorlar. Polovdiv ise Avrupa Kültür başkenti seçilmiş. Roman Stadyumu, Cuma Camii, Antik Roma Tiyatrosu ve Eski Şehir kısmı tarihin en önemli anlarına tanıklık etmiş. Ben gittiğimde Roma stadyumu restore aşamasında olduğu için içine giremedim ama yukardan görüp  inceleme imkanım  oldu. Gerçekten görülüp gezilmesi gereken yerler.Bu yerler dedininiz ne olursa olsun semboller bile taşıyabilirsiniz hiç problem olmayacaktır. Ama bazı şehirler fazlasıyla saygısız bu yüzden dikkatli olmanızda fayda var.
Sonrasında arkadaş ortamımla saklı koylara kampa gittim. Lipite bunun için gerçekten çok güzel bir yer.Yıldızlara dokunup sadece ay ışığıyla güzel bir gece geçirebileceğiniz arkanızı ormana yaslayıp bacaklarınızı denize uzatabileceğiniz muhteşem bir koy.Keza küçük illerden Sozopol ,Primorosko, ve Nessebar da fazlasıyla güzel ve tamamen turistik.
İki ay dolu dolu muhteşem bir hızla geçti, genel itibariyle gözlemlerim bu kadar. Emeği geçen herkese çok teşekkür ederim, herkesin gitmesi görmesi dileğimle J