Bizi metal bir kutuya koydular. Basınç artışı, basıncın
dengelenmesi, ani bir basınç düşmesi; tekrar Romanya’dayım: “Merhaba lan
Bükreş!”. Romanya’da ikinci seferim, yani az biraz tecrübeliyim. Klasik
havaalanı rutinini gerçekleştirildikten sonra Adrian aranıyor, havaalanındaki
kahve dükkanında buluşmak üzere anlaşıyoruz. Adrian beklenilecek. Daha sonra
bol bol gerçekleştireceğimiz bu aktiviteyi bir kadeh şarapla taçlandırıyorum:
“Tekrar Merhaba Romanyacığım.”
Adamımız yanımıza ulaştığında bir kadeh şarabın dibinin
görülmesinden yaklaşık 25 dakika uzaklaşmışız. El sıkışıyoruz bu sonuna kadar
Rumen adamla. Adrian’la daha çok kez el sıkışacağız. Zira her Pazartesiyi
Bükreş’teki ofiste, devrisi 3 günü planlayarak geçirmeliyiz. Rumen dostumuzun
arabasına binmek üzere otoparka doğru ilerliyoruz. Henri Coanda çok küçük bir
havaalanı, gerçi Romanya’da genel olarak bir küçük havaalanı sorunu var. 2 sene önce Oradea’da indiğimiz
otogar kılıklı o yerin havaalanı olduğuna inanmam epey zor olmuştu. Ben Oradea anılarımın bulanık suyunda daha fazla
derinlere inmeden Adrian’ın arabasına biniyoruz.
Romanya’nın birçok yerine gitmiş biri olarak
söyleyebilirim ki Bükreş bambaşka bir şehir. 20 milyon nüfuslu memleketim
Romanya, Bükreş dışında başka bir metropole sahip değil. Cluj, Timişoara gibi
ikinci üçüncü büyük şehirler bile 2 milyonluk bu devasa kentin yanında kasaba
gibi kalıyorlar. Şehir, Bükreş’in renklerini keşfetmeye ant içmiş beni daha
derinlere kazmam için teşvik edecek bir komünist grisine sahip. Bükreş’te
grinin her tonuyla karşılaşabilirsiniz; eflatun-gri, sarı-gri yavruağzı-gri…
Yurttayız, birkaç evrak işimiz var. Bu arada Mihai ile
tanışmışız. Adrian’ın sağ kolu Mihai 30’lu yaşlarda iyi İngilizce konuşan, bize
şirinlikler yapacak kadar Türkçe bilen bir adam. Formaliteleri başarıyla
tamamlayıp odamıza yerleşiyoruz Ofise gidiliyor, ofisten geri dönülüyor ve ilk
görevimizi alıyoruz. Şehirdeki tarihi noktalardan altısına gidilecek ve
fotoğraf çekilecek. Ayrıca bugün güzel bir haber de alıyoruz. Pazartesi’ye
kadar derse girmeyeceğiz.
Bükreş’te ikinci haftamız, birbirimize çoktan alışmışız,
hatta bu alışma olayını biraz fazla abartıp, kırk yıllık dost oyununa
dönüştürmüş vaziyetteyiz. Küçük grubumuz içindeki bu ayran ilişki, üzerinde
düşünmek istediğim meselelerden biri değil. Zamanımızın önemli bir kısmını
işgal eden, bizi yoran, yıpratan, enerjimizi sömüren güzel insanlardan
bahsetmek istiyorum. Tam olarak sayısını ölçmemiş olmakla beraber onlarca genç
kız ve delikanlıyla vakit geçirdik ya da onların vaktini harcadık. Her birinin
kendine özgü bir hikayesi ve her birinin derinlerde gizledikleri hiç tahmin
edemeyeceğiniz hayalleri var. 14-17 yaşları arasındaki kalabalığa şöyle bir
bakıyorum; bazıları tutkularını gerçekleştirmek için sonuna kadar savaşacak
yenilecek belki tekrar deneyecek, kimisi denemeden pes etmeyi seçecek, kimisi
de içinde bulunduğu karanlıkta yol gösterilmeyi beklerken kaybolup gidecek.
Şöyle bir istatistik var; Türkiye'de 25 yaşından büyük nüfusun sadece %14'ü
hayal kuruyor. Romanya için bu oran
nedir acaba? Tarlabaşı’ndaki ve Nişantaşı'ndaki çocuklar hayallerini aynı yaşta
mı kaybeder? Peki hayallerimiz nereye
gidiyorlar? Bilmiyorum. Tek bildiğim şey bu çocuklar zihnimi fazlasıyla
yoruyorlar.
Neredeyse birinci ayı doldurmuşuz. Artık geri dönüş
gününü saymaya başladım. Böyle yapınca zaman daha hızlı geçmiyor. Burada
geçirdiğim vakit de daha keyifli hale gelmiyor. Kendi kendimi eğlendirmek için
bulduğum bu oyunu Conde Noble kürüyle destekliyorum.
Artık öğrencilerle iletişim kurmak eskisine göre daha
kolay; onlar bizi tanıyor biz onları... Dün sabah ilk defa öğrencilere bir
konuda seçim yapma şansı verdik. Bu gerçekleştirmek zorunda olduğumuz eylem çok
güzel sonuçlar doğurdu. Daha önce bir bağ kuramadığımız Irina ve Marcus gibi asi
öğrencilerle etkileşime geçmeyi başarabildik. Hem de sadece kendi planladığımız
oyunu oynamayıp onların oynamak istediği oyuna bir şans vererek. Burada bir kez
daha anladım ki eğitimde kısıtlamalara hiçbir şekilde yer olmamalı. Hem
öğrenciler hem de öğretmenler yeterli hareket esnekliğine sahip olduklarını
hissetmeliler.
Bir müfredatı takip ederken bu kaideyi gerçekleştirmenin
zor olduğunu anlayabiliyorum. Fakat yine de üzerine düşünülmeye değer bir
fikir, değil mi? Eğitimle ilgili alınan
bütün kararlarda öğrenciye fikrinin sorulması… Kulağa hala bir ütopya gibi
geliyor.
Zaman oyunu mu işe yaradı yoksa haddinden fazla mı Conde
Noble içtim bilmiyorum ama son bir ay ışık hızında geçti. Ben ve Türkiye’den
gelen arkadaşlarım için geleceğin genişliğine doğru yol almanın vakti geldi.
Burada hayatlarına dokunduğum bütün güzel dostların günün birinde güzel
haberlerini almak dileğiyle ömrümün Ciorogârla durağından uzaklaşıyorum. Bükreş
günleri bir avuç duman olarak geçmişin içinde kayboluyor.
No comments:
Post a Comment