Thursday 21 September 2017

GENÇLİK RÜYASI

Uçak sarsılmaya başlamış, hosteslerin kemer ikazı ile uyandım. Roma'ya iniyorduk ve etrafa bakınınca biraz şaşırdım. Uykusuzluk ve yorgunluktan ters yüz olmuş beynim bir an nerede olduğumu unutturdu.
Benim için yoğun geçen bir haftanın sonunda ,güneşli bir günde gelmeyi umarken yağmurlu ve rüzgarlı bir günde Roma'daydım.
Normal şartlar altında Haziran ayında 1 yıl için Fransa'ya gitme hesapları yaparken önüme İtalya'ya gidebileceğim bir programın konulması, iptal olanlar farklı programlar, reddedilen iş teklifi, üzerimdeki garip enerji değişimi derken 15 gün içinde belli olan EVS yolculuğunun kendisi de epey yorucu olacaktı. Çünkü uçakla İzmir-İstanbul-Roma'dan sonra ki bu yaklaşık 3.5 saat demekti, 7 saat otobüs 1 saat tren yolcuğu yapacaktım.
İtalya'nın Puglia Bölgesinin Lecce Şehrinin Poggiardo yerleşkesine gelmek, daha evvelden benimle sempatik bir tanışıklık içeriyordu. Yaklaşık 5-6 yıl önce Ferzan Özpetek'in Serseri Mayınlar isimli filmini izleyip İtalya'ya gidersem eğer bu filmin çekildiği yerleri gezeceğim demiştim ve şuan o bölgede geçirmek için epey zamanım olacaktı.:)

Hava alanına indik, gümrüğe doğru yol aldım. İngilizcemin yetersiz oluşu düşüncesi, İtalyanca bilmiyor olmam nedeniyle stresliydim biraz. 
Gümrükte ki polis ; Buongiorno  Why did you came here ? Where will you stay ? Sorularından sonrasını hatırlamıyorum çünkü en son hatırladığım şey gümrük polisinin kahkahalarıydı. Ve yolcu valizi bandında dönüp duran tek valiz benimkiydi. :)
Elimde bavullar Tiburtina tren garından otobüsümün kalkacağı yere doğru ilerlerken birilerinin ''dur bekle beni'' dediğini duydum. Kulaklarım kabardı ve akabinde refleks olarak '' selam arkadaşlar'' deyip daha önce birbirimizi hiç görmediğimiz, tanışmadığımız 2 Türkiye'li genç kadınla birbirimizin suratına şaşkın , keyifli , gülümser ifade ile bakmamız paha biçilemezdi. Çünkü aynı dili konuşmak demek dilini hiç bilmediğin bir ülkede ahbap bulmuş olmak demekti o an . Biraz sohbetin ardından kızlar yollarına devam etti. Benim otobüsüme daha 4 saat vardı.
İzmir'den ayrılırken ''bavulları emanete bırakıp bir kaç saat şehir turu atarım'' '' en azından temiz bir yerde düzgün bir kahve içip enfes bir dondurma yer ve yola devam ederim'' diye tasarlarken sabah 5 de kalkan uçağa yetişmek için sadece 1,5-2 saat uyumuş olmanın yorgunluğuna yenik düştüm. Başka bir vakitte Roma'ya çok iyi zaman ayırmalı ve aklımda karakterize olan bütün yerlerini gezmeliydim. Yoksa bu hevesin gırtlağa sıkışmasının, yorgunluk bahanesinden başka türlü intikam alınması benim için mümkün değil.

10 ay kalacağım yere geldim. Önce eşyalarımı yerleştirdim sonra temizlik yaparken buldum kendimi. Çok temiz titiz biri değilimdir ama o an ki hareket etme istediğimi temizlikle gidermek annemi hatırlattı. Canım benim... Çocukken tatile gittiğimiz zamanlarda otel odalarının lavabosunu önce çamaşır suyu ile temizler ve bunun için çantasında daima çamaşır suyu bulundurur, sonra kullanmamıza müsaade ederdi. Buradayken olabilecek diğer bir şey de sanırım ailemi özlemeyi öğrenmek olacak.

Geçtiğimiz 3 yılı sırt çantası eşliğinde, sınırları dahil olmak üzere Türkiye'nin 7 bölgesinden 6'sını gezen, çalışan biri olarak ilk kez büroktratik uzaklıklara sahip, uzun vadeli bir zaman dilimini farklı bir ülkede geçireceğim. İstediği anda eve gidemeyecek, bulacağı en ucuz bilet bile Türkiye içi gezintisinin pahalı biletler kategorisinde olacak ve uluslararasının manasını tam anlamıyla yaşayacağım.

Geleli henüz 2 gün olmuşken , burada öğrendiğim en güzel şey insanlarla anlaşmak için aynı dili konuşmaya gerek olmadığı. Hoş, aynı dili konuştuğumuz halde anlaşılamamanın karın ağrısı oldukça büyük ancak durum tam olarak şu bence ; eğer anlamak istiyorsak farklı dilleri konuşmamız bir şey ifade etmiyor, aksine çeşitlilik dahi oluşturabiliyor.. Bir şekilde iyi veya kötü anlaşıyoruz. Mimiklerimizle, beden dilimizle... Tek ihtiyacımız olan şey birbirimizi anlama isteğimiz. Bu istek varsa eğer iletişim sorunu denilen şey en az seviyeye kadar iniyor. Çünkü birbirimizi kalp kulağımız ve ruh enerjimizle dinleyip, algılıyoruz. Bir dili anlamak koşulsuz şartsız önemlidir ancak bazen hissetmek daha önemlidir.

Bu satırları kitaplardan okusaydım eğer, ki benzerlerini çok kez okudum. Çok etkilenir ve yazan kişiye hak verirdim ancak şuan bunları saniye saniye yaşayan biri olarak ben yazıyorum. Emin olun, zihin ve ruh üzerinde çok lezzetli bir hissiyatı var.

** 
10 günü geride bıraktım. 
Burası saf İtalya. Hiç bozulmamış. Yaşam tarzlarında hiç abartı yok neredeyse, insanlar geleneksel yaşamları, doğa ve kendileriyle barışık. Barok mimarinin mevcudiyeti inanılmaz tarihi ve romantik bir yaşam alanı oluşturmuş.  Sokaktaki insanları gözlemliyorum. Türkiye'deki insan simalarını andırıyorlar bazen. Türkiye'de olsam '' SelamAleyküm Osman Abi'' '' Nasılsın Ayten Teyze'' diyeceğim insanlara '' Ciao Antonio'' '' Bonquerno Stefania'' deyip devam ediyorum. O kadar içten, tanıdık, sevimli ve sempatikler. 

Şehri turlamak o kadar keyifli ki burada olmaktan gerçekten mutluyum şuan. Kulağımda müzikle sekerek yürüdüğüm sokaklarda herkes birbirine selam veriyor. Ve hiç kimse sormuyor ; kimsin Sen , Nereden Geldin ? Deli misin Sen ? Neden sokakta yürüken sekerek, oynayarak yürüyorsun ? 

Sadece tebessüm edip selam veriyorlar.. Bunun rahatlığı  hiç bir şeyle ölçüştürülemez.

Haricinde ise Lecce şehir merkezi ve Gagliano, Salento denilen bölgeyi gezmek kendimi hem dinlenmiş hem de enerjik hissetmemi sağladı. 

Benim bulunduğum bölgede geleneksel tarım faaliyetleri olduğu gibi devam ediyor, bu durum benim için önemli. Çünkü gözlem yapma şansım oldukça yüksek. İklim yapısı sebebiyle zeytin, patates, baklagiller, buğday, üzüm, incir ve bilimum sebze ''ot'' üretimi mevcut. Genelde toprağa dayalı bir sofra hakim anlayacağınız . Görünce beni en çok mutlu eden şey; küçük ya da büyük fark etmeksizin gördüğüm tüm üretim alanları koruma alanı ilan edilmiş ve her üretim alanının girişinde, yanında, yakının da bunu belirten tabelalar var. Telli terbiye, verev teraslama, su yolları, yürüme patikaları, yer yer güneş enerjisi panelleri ve olabilecek tüm doğru üretim şekilleri mevcut.

Bu arada hayvancılığın da hakkını yemeyeyim. Benim gibi peynir tutkunu bir insan için görünce kendimi kaybedebileceğim kadar çok peynir çeşidi ve üretimi mevcut. 

Ancak o kadar bütünleşik bir yaşam söz konusu ki buralarda gece- gündüz, kent- kır, asla tek yaşanılmaması, tecrübe edilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Bazı şehirler başkalarıyla paylaşılarak yaşanılmalı, sokak ışıklarının kaldırım taşları üzerindeki efektleri, günün belli saatlerindeki kahve kokuları, yerel lezzetleri ve dahası..

Şehrin sakinliği kaliteli bir sohbetle biraz daha kullanışlı hale getirilmeli. Ara sokaklarında yürürken, konuşmasa bile hissettiğini bakarak, çizerek, gülümseyerek aktarabileceğin birileri olmalı..

İtalya'nın güney kısmı biraz öyle. Sanırım bu şehrin sokaklarına aşık oldum. Her akşam sokakta en az yarım saat yürümeden yapamıyorum. Lakin burada zaman çok çelişkili geçiyor. Günün yarısı siesta zamanı ile geçiyor (her gün istinasız 12:30-17:00 arası).

Haftalık pazar bile ( ki adına market diyorlar ) yarım gün sürüyor. Yarım günün ardından tüm sokaklar sanki orada hiç bir şey yokmuş , az önce bir pazarcı tezgahındaki enginarlarıyla ilgilenmemiş, 2. el giysi satan tezgahın başında bir sürü insan kalabalığı yokmuş gibi bir anda ölüm yokluğuna bürünüyor her şey.

Siesta olmayan zamanda da herkes yavaş hareket ediyor, hiç bir şey aceleye gelmiyor. Bu durum çok boş zaman olacak izlenimi yaratmıştı ilk bir kaç gün ama zaman su gibi akıp geçiyor.
aklıma takılmıyor değil ; Bu insanlar nasıl para kazanıyor ? Enerjilerini nerede tüketiyorlar? ... ilerleyen zamanlarda cevabını bulduğumda sizinle paylaşacağım.

Ancak tanıdık veyahut tanıdıklaşma sinyali veren durumlar da var. Sokakta yürürken önünden geçtiğim apartmanın balkonuna baktım. Sarı bir yorganın güneşlenmesi için ipe asıldığını görünce , yorganın küçük bir çocuğa ait olabileceğini, yüksek ihtimalle gece uyurken işediğini ve annesin de kuruması için ipe astığını düşündüm. Çünkü genelde öğlen saatlerine kadar ipte asılı bırakılan yorganların hikayesi bu olurdu Türkiye'de . Burada ise nedense öyle bir şey çağrıştı zihnimde. Bu tespitte haklı mıyım haksız mıyım gerçekten bilmiyorum. 

Ancak ortak yaşam pratiklerimizin olması bu durumu çok da uzak bir ihtimal kılmıyor.

**
Varış sonrası eğitim için Roma'dayım...
Biraz soğuk algınlığım dışında hiç bir sorun yok. Sorun yok çünkü kendimde değilim. Bastığım yeri görmüyor, konuşulanları anlamıyorum. Beynim kulaklarım ve boğazım iflas etti. Neyse ki translate var ve soğuk algınlığının İtalyanca'sına bakıp eczaneden ilaç aldım. Bu arada internet ve translate benim bir parçam olmuş durumdalar.

Neyse uzatmayayım. Eğitim başladı. Bir çok genç gönüllü var. farklı farklı ülkelerden. Gördükçe mutlu oluyorum. Çünkü insan çeşitliliğini gerçekten seviyorum.

Eğitim hızla başladı ve biz ''kaynaşma isteğimiz'in bize verdiği yetkiye dayanarak '' çabucak kaynaştık. Şimdiye kadar kadar gittiğim hiç bir gençlik toplantısında aksi olmamıştı zaten. Eğitim başladı ve gezi gününde Roma'yı gezmek için sabahın erken saatinde otelden ayrıldık.

Roma. Enfes bir şehir. Gecesi ve gündüzü birbirinden son derece farklı ve etkileyici. Popüler turistik mekanlarının haricinde arka sokakları bile barok mimarinin eşsiz güzelliğini taşıyor. Her taraf cıvıl cıvıl. Renkli makarnalar, dondurmalar, değişik şarap, zeytinyağı ve limoncello şişeleri, sokak sanatçıları, ışıltısı insana kendini tozlu hissettiren şık giysi mağazalarının vitrinleri... 

Gölge bir duvarın dibinde gözlerinizi kapatıp sadece gürültüyü dinlemek bile huzur verebiliyor. Damarlarınızdaki kanın ritmi sizin kontrolünüzden çıkıp atmosferik hissiyata göre uyum sağlıyor. Evet biraz daha abartayım ; insanın aşk'la iletişim kurmasına sebep oluyor.

Bu kadar romantizimden sonra Roma'yla ilgili olarak söyleyebileceğim diğer bir unsur ise insanların kibar ve güler yüzlü olduğu. Kimi yerlerdeki güven(siz)lik unsurlarını saymazsak...

Ve tabi ki aklımın oyalandığı kısım ; 
''...Ana dilin , elin ayağın kadar senin...'' ne kadar doğru söylemiş şair. Bir başka dilde konuştuğun cümleler anlam farklılaşması veyahut duygu kaybına uğrayabiliyor lakin anadil öyle mi ?

''İyi ki varsın'' demek le ''So glad I have you'' demek aynı mı ? Bence değil.
Ekmeğin suyun havanın farklılaşması gibi, farklı diller de duyguları ifade eden cümleler de farklılaşıyor maalesef. Noam Chomsky, seni şimdi daha iyi kavrıyorum .. Ne kötü Bir şey aslında. Bir dilde kendini ifade ederken aslında hissettiğini aktaramayacağın cümlelere mecbur olmak.

Lakin en başlarda dediğim gibi anlamaya ve anlatmaya çalışmak bu anlam kaybını doldurmaya çabalayan bir durum. Buna bir örnek vermeden geçemeyeceğim; geçen gece paskalya bayramı için sokaktaki fener alayını hayran hayran izlerken Disability Center görevlisinin beni görüp, italyanca birşeyler söyleyip beden diliyle ''nasılsın? İyi misin ? Herşey yolunda mı ?'' tarzında sorular sorduğunu anlatmaya çalışması ise bu duygu boşluğunu dolduran çabalardan biri oldu.

Şimdilik her şey böyle, gelecek günler için gelişmeleri buradan bildireceğim.

Lütfen kendinize iyi bakın :)

No comments:

Post a Comment